17 Eylül 2015 Perşembe

Şehir Uğultusu İçinde İki Karmaşık Suret






Takım elbisemin kravatını biraz gevşetiyor; ceketimi çıkarıp koluma alıyorum. Etrafı ufuk çizgisine kadar kaplayan işyerlerinin, ofislerin, dükkânların sanki tüm oksijeni tüketir gibi sokakları caddeleri boğduğu yetmezmiş gibi bir de dış cephe camlarından yansıyan güneş ışınları betonarmenin içinde kalan bu garip tuhaf; nereye gittiğini ne yaptığını neye koşturduğunu bir türlü çözemediğim insanların o gereksiz ruhlarını ikame ettirdikleri bedenlerini boğazlıyor. Ağır adımlarla yürümeye devam ediyor; yılın 365 günü indirim yapan hayırsever mağazalardan, sıcağa aldırmadan pis işkembeleri yağla doldurmaya ant içen alt-orta-üst restoranlardan, ucuz varoluşların ucuz suretlerini güzelleştirmeye çabalayan güzellik salonlarından kısacası oradan buradan her yerden ani ani çıkan, önüme fırlayan insanlara çarpmamaya çalışıyorum.

Buse önümden yürüyor; ilerdeki büfenin birinden su alıyor ve kalabalık sebebiyle yanım tekrar zor zar gelebiliyor; açtığı suyu yudumluyor, teninden ise terler sicim sicim damlıyor.

Aracı uzak bir yere park etmenin cezasını ödüyor; yürüyoruz. Gözüme ilişen çirkin bir elektronik tabeladan havanın derecesini okuyorum ve durup etrafıma tekrar göz gezdiriyorum. Yabancı menşeili fast food yemek şirketlerinin bir şubesi gözüme takılıyor; sonra da dışarının görebildiği camekân kısıma oturmuş ellerindeki hamburgerleri iğrenç, mide bulandırıcı bir iştahla gömen 4-5 tane genç. Sonra aynı mekânın girişinde pet şişe su satan küçük bir çocuk gözüme ilişiyor. Yanımdan geçen 2 genç ise yine yabancı menşeili bir kahve şirketinin ismini anıyorlar. Ellerindeki son model telefonların ekranlarına çok matah bir şey yapar gibi bir önem ve titizlikle basıyor yürümeye ve gülüşmeye devam ediyorlar. İçimde çok eski bir nefret ve tiksinti hissediyorum o an. Yeni fark ettiğim hiç bir şey olmayışının ya da yıllar geçse de hiçbir şeyin değişmeyişinin bir usanmış ruh hali çöküyor içime.

Buse’nin seslenmesiyle kendime geliyorum tekrar. Arkasındaki reklam tabelası çok meşhur bir yabancı giyim firmasının ürettiği yepyeni ayakkabı modelini tanıtmaya çalışıyor bana. Buse ise “Bu yapmaya çalıştığımız işten emin misin, Mesut.” diyor.

Susuyorum ve yaklaşmakta olduğumuz otoparka dönüyor, yürümeye devam ediyorum. Biraz sonra otoparktan giriyoruz beraber sıra sıra dizili araçları geçiyoruz yavaş adımlarla. Aracın kapılarının önünde karşı karşıya durduğumuz an “Eminim!” diyorum. “Tekrar eminim.”

Arabaya biniyoruz, kapılar kapanınca dışarının ruhumu saatlerdir boğan gürültü yalıtılıyor ve aracın içinde hayat öpücüğü tadında bir sessizlik oluyor. Tüm o hat otobüslerinin, taksilerin; korna, motor ve egzoz sesleri, insanların sahte gülüşleri, kemçirişleri; o sokakları dolduran boş insanların boş beyinlerine bağlı boş boğazlarından çıkan tüm homurtuların oluşturduğu alanlar dolusu tiksinç uğultudan kurtuluyoruz.

Kontağı çalıştırıp gaza basıyorum önce park yerinden sonra otoparktan epey sonra da bu daha önce hiç gelmediğim semtten ayrılıyoruz. Buse’ye dönüyorum yüzünde tedirgin bir ifade var ve bu sabahtan beri maruz kaldığım ifade epeydir sinirimi bozuyor bu yüzden gözlerimle yolu kontrol ettikten sonra tekrar dönüyor ve “Eminim.” diyorum. “Hem de hiç emin olmadığım kadar eminim. Bu yapmamın en mantıklı, en doğru olanı.”

Yolda biraz ilerliyoruz. Cevap vermemesi üzerine tekrar söze giriyorum.

“Sana bir açıklama yapmayacağım. Çünkü bu açıklaması yapılabilecek bir şey değil fakat beni bir gün anlayacaksın.” Bir yandan aracı sürüyor, bir yandan da Buseye gece yaptığım açıklamamın tekrar bir benzerini yapıyorum. “Hissediyorsun beni, biliyorum ama yine de tedirginsin ama emin ol ben bunu yapmak istiyorum. Bu işi yapsam da yapmasam da muhtemelen birkaç gün; en fazla bir hafta içinde yakalanacağım ve polis beni yakaladığında bunu sen de biliyorsun ki hapse atılacağım. Yıllar boyunca da o hapiste kalacağım. Anlıyorsun değil mi? Aslında benim için hayat biteli çok oldu. Bunu sen de biliyorsun” İçimden bir ses “Hiç başlamadı ki.” diyor ama cümleleri içime yutmayı; dışa vurmamayı başarıyorum.

''Ve bu yapacağım şey için benim içim gayet rahat… Biliyorum, ürküyorsun hatta şuan benden korkuyor bile olabilirsin ama ben gayet rahatım ve kendimi gayet masum hissediyorum. Tanrının gazap dolu adaletini dağıtan bir melek kadar masumum.”

Semtin karmakarışık trafiğinden çıkıp bölünmüş yola girince iki saniyede bir yola bakmak ve konuşmamı bölmekten kurtuluyorum. Daha rahatım şuan.
“O minicik çocukların umursamaz aileleri için mi üzülecek kaygılanacağım? O zavallı çocukların şimdiden sikilmiş hayatları ne olacak peki? Ben bundan nefret ediyorum tamam mı? Nefretimi de göstermek istiyorum. O çocuklar güçsüz ama ben güçlüyüm. Kader ortaklarımın intikamını almak istiyorum, anlıyor musun?”

Buse ağlamaya başlıyor ve bir sigara yakıyor.
“Geçmişimizden kurtulduk sanmıştım.” diyor. “Bu şehre kaçıp geldiğimizi, her şeyi arkamızdan bıraktığımızı sanmıştım.”

“Buse unuttun galiba; biz oradan kaçtık fakat polis beni yakalamasın diye kaçtık.” diyorum. “Burası ayrı bir ülke ya da eyalet değil. Burada da aranıyorum. Geçmişimizi arkamızda bırakmaktan bahsediyorsan onu ilk tanıştığımızda zaten ardımıza atmıştık. Fakat ben bu olayın bir cinayet olduğunu bilmiyordum biliyorsun bunu. Tanıştığımızda amcanın cinayete değil trajikomik bir vefata kurban gittiğini sanıyordum; bunları sen söyledin bana mezarlıkta. Geçmişi unutmuştuk, unuttum da. Eski zavallılar değiliz, o güçsüz suskun ağlak insanlar değiliz artık, fakat şuan yaptığımızın geçmişle alakası yok. Bu cinayet üstüme kalmasaydı bunu sen de biliyorsun, ikimiz hayatımızı yaşayacaktık. Evlenecektik. Çocuklarımız olacaktı. Seninle beraber ölecektik, anlıyorsun değil mi?” Ağzımdan bir şeyler kaçırıyorum son cümlelerimle, ama o fark etmiyor.

“Evlenecek miydik?” diyor. Yaşlı gözleriyle acı acı gülümsemeye çalışıyor. Sonra söylediği sözlerin de en az gözlerindeki anlam kadar acı olduğunu fark ediyor, irkiliyor. İçi rahatlasın diye çocuk taklidi yapmaya devam ediyorum onun gibi. “Evlenecektik tabi, ya ne yapacaktık.” diyorum. “Sen benimle evlenmez miydin yoksa?” “Bilmem ki.” diyor ve gülümsüyor yine.

Birkaç dakika böyle sohbet ettikten sonra diğer semtteki çocuk yuvasının önüne geliyoruz. Aracı bu sefer birkaç saat önceki hatamdan aldığım ders dolayısıyla yuvanın girişine yakın bir yere park ediyorum. Aracın içerdeki dikiz aynasının yardımıyla çıkardığım kravatımı takıyor; sahte dershane hocası kimliğimi boynuma asıyor, ceketimi giyiyorum. Aynadan yaralı burnumun pansumanının kanlanıp kanlanmadığını kontrol ederken, bu yuvanın müdürüne burnum hakkında söyleyeceğim yeni yalanı düşünmeye koyuluyorum.