4 Eylül 2019 Çarşamba

Neşter

Sonbaharın iyiden iyiye hissedilmeye başladığı şu günlerde soğuk bir gece daha atlatılmıştı. İsteksiz, bitkin doğan güneş; önceki gün kaldığı yerden devam edip yine etrafa saçılacak gece şerrini usul usul topluyor, ağır bir ceset misali, hastane bahçesinin ortasından kaldırmaya çalışıyordu.
Sabahın olmasıyla çalışanlarının gelip kepenklerini kaldırarak hayata döndürdüğü bahçedeki kafeterya, geceyi kapalı kafeteryanın bahçesinde geçirerek sabahlamış hasta yakınları tarafından pek hoş karşılanmamış gibiydi. Yeni kaynayan çay kazanını, tezgâhı dolduran görevliyi izleyen gözlerde, vefasız bir dosta, iyi gün yoldaşına atılan sitemkâr bakışın kıvılcımları seziliyordu. Birkaç köpek de geziniyordu bahçede; ellerinde sıcak, taze poğaçalar, simitler olan insanların peşlerine düşüyor; mağrur, dilenen gözlerle insanların yüzlerinde vicdana dair bir şeyler bulup birkaç parça lokma için merhametlerinin elvermesi adına zavallı bir edayla öyle bakıp duruyorlardı.

Yeni hastalar da sabahın ilk ışıkları ile beraber hastanenin bahçesinde görülmeye başlamıştı. Hastalığının tesiri ile yarı uyur yarı uyanık inleyerek ya da kemirgen bir kurt misali öncülük ettiği kasvetli senaryolarla zihnin içinde gezinen türlü korku ve şüpheler ile cebelleşerek geçen bir gecenin ardından, ardında dağınık, rahatsız, soğuk bir yatak bırakarak hastanenin yolunu tutmuştu hepsi erkenden. Genç adam da işte bu hastalardan birisiydi.
İnsana hiç beklenmeyen bir anda başa gelmiş kötü bir şeyi ya da alıştırılmadan haber edilmiş acı bir durumu anımsatan ürkütücü siren sesiyle ve telaş içinde dönüp duran tepe lambalarıyla bir ambülâns, genç adamın yanından hızla geçip yaşlı ağaçlarla dolu hastane bahçesini göz açıp kapayıncaya kadar katetti ve acilin giriş kapısına yöneldi. Solgun bir bakışla izledi genç adam ambülânsı; içinde acıma ve şükretmeyle karışık bir üzüntü peyda olmuştu. Yavaş adımlarıyla hastane bahçesinin ortasına ulaştığında, ambülâns da, kapısında tez canlı hareketlerle bir anda biten görevliler de artık ortalıkta yoktu. Birkaç temizlik görevlisi ve hastane personeli acilin girişinde, ara ara yere damlamış birkaç damla kana kayan gözleri ve dudaklarında tuhaf bir kayıtsızlık duygusunun kırıntısı ile beraber sigara içiyordu sadece.
Acili geçti genç adam, iki yaşlının birbirlerinden güç alarak güç bela çıktıkları dış merdivenleri adımlayıp bahçenin sağ tarafına düşen bir bölgede ilerledi; kliniğinin bulunduğu bloğa doğru gidiyordu. Tuhaf bir koku duyumsadı; bir yandan çürük bir uzvu, kesilmiş bir cerahati, bir yandan da temizliği, paklığı ve şifayı çağrıştıran efil efil karmaşık bir kokuydu bu ve ilerleyince fark etti ki bu sentetik, kimyevi ve organik esans, hastanenin atık toplama biriminden geliyordu. Atık ünitesinin çevresinde gezinen, gözleri açlığa bürünmüş, ıslak dilleri ağızlarından sarkmış bir halde gezineduran birkaç köpeğe gözü ilişti genç adamın. Kokunun ardından bu görüntü ağır gelmişti, bulanan midesine hâkim olmaya ve manzaraya kayan gözlerini kaçırmaya çalışarak adımlarını hızlandırdı.
Bloğun kapısına vardığında kapının kıyısında tekerlekli sandalyesinden, hastane bahçesini çevreleyen demir korkulukların ardındaki hayatı seyreden ve yüzündeki ifadeden okunduğu kadarıyla o hayatın kendisine birkaç metre kadar yakın ve imkânsız kadar uzak olduğunu duyumsayan yaşlı bir adam ilişti gözüne. Ellerinde röntgen filmleri tahlil sonuçlarıyla dikilen birkaç hasta, banklarda pinekleyen birkaç refakatçi ve hastane görevlisi de biraz ilerde kapının öte ucunda beklemekteydi. Yanlarından geçip kayar cam kapıları aştı derken genç adam, kendini hastanenin tenha, sessiz koridorlarına, sağlı sollu doktor odalarıyla, muayene servisleriyle uzayıp giden yutucu atmosferine bırakıverdi.
Bir koridoru hastane koridoru, bir odayı muayenehane, bir soğuk hava deposunu morg kılan o mistik kokunun; alkolün, iyotun yakıcı ve mayhoş aromasıyla harmanlanmış, çeşitli dezenfektanların keskin kokularıyla karışmış; ilaçları, serumları, iğneleri çağrıştıran o tuhaf esansın genzindeki tadı ve içindeki tuhaf etkisiyle yürümeye devam etti. Tüm koridorlar boştu; günışığını kalın perdelerle süzerek buyur eden doktor odalarının minik buzlu kapı camlarından belli belirsiz ışık huzmeleri süzülüyordu soğuk koridor duvarlarına. Atılan adımların zayıf sesi, dipsiz uçlara kadar uzanıp bir yere varamadan sönüyordu. Uzak köşelerden çok cılız, belli belirsiz tınılar işitilir gibiydi; sadece yutucu sessizliğin içinde işitilebilen sesler, hastanenin öte ucunda bir temizlikçinin yere attığı paspastan çıkan ıslak sesler, bir hastabakıcıya, bir hemşireye ya da kliniklerin tekinde yatan bir hastaya ait bir terliğin zemini kamçılayışından peyda, muttarit sesler ya da başka bir uçta bir polikliniğin bekleme koridorunda uyuklayan birinden gelen iç çekmeyi, teneffüsü andıran hırıltılar.
Muayene saatlerinin başlamasına daha vardı. Genç adam gayri ihtiyari attığını fark ettiği adımlarını durdurdu ve yapması gerekenleri, kendisine tembih edildiği şekilde sırasıyla zihninde tekrarlama gereği hissetti: “Saat 7’de polikliniğin önünde ol, oradan aldığın hasta kayıt kâğıdı ile cerrahi kliniğine gidip ameliyat için gerekli evrakları teslim al, imzala ve müşahede odasına geç; müşahededeki görevliye evrakları teslim edip giysilerini al ve görevlinin vereceği talimatla aşağı ameliyathaneye in. Görevli personeller seni kapıdan içeri alacaklar.”
Bu tekrarlama ile o gün zihninde istemsiz bir şekilde yeniden sahnelenmeye koyuldu; adımlayadurduğu ıssız koridorun hayal dünyasında peyda olan soyut izdüşümü mecnun gibi üstünde gezinen insanlarla, aniden bir yandan çıkıp kaybolan tekerlekli sandalyelerle, dolu ve boş sedyelerle doldu. Muayene odalarının hastalarla çevresi istila kapıları, üstlerine boca sabırlı bakışlara oralı olmadan merhametten yoksun öylece orada kapalı dikiliyordu yine. Memnuniyetsiz, yılgın ve feri noksan çehreler, birbirlerine dönüp duruyor, ışıltıları çaresizlik ve sıhhatsizlik ortak paydasında buluşan gözler, beklemenin hiçliğinde geçirdikleri zamanla beraber körelmiş farkındalıkları ile alık alık etrafı süzüyordu. 
Genç adam polikliniğin önüne vardığında geçmiş ile şimdi birbirine girmiş gibiydi. Bir hafta öncesine dair hatırlamalarının başka bir unsuruna, poliklinik lobisindeki hemşireye denk gelişi, yaşanmış ile yaşanan arasında muğlâk ve mevhum bir köprünün kurulmasına, ikisi aradaki ayrıtı teşkil eden zaman kavramının müphemleşmesine sebep olmuştu. Hemşire, üstünkörü kontrol ettiği kâğıtları kayıtsız bir edayla genç adamın eline tutuşturdu. Genç adam, aşina olduğu evraklara şöyle bir baktıktan sonra boş koridorun uzak ucu istikametine doğru mekanik adımlarla yola koyuldu.

Akıbeti belirsiz, sıhhati meçhul hastalarla dolu odaların sağlı sollu yer aldığı, üstü şırınga tüplerine, serumlara, temiz sargı bezlerine tahsis edilmiş tekerlekli masaların bir uçtan bir uca gezindiği koridoru dolduran havada bir ağırlık hâkimdi. Kâbusların şuura kastettiği zifir gecelerin alacalı sabahlarındaki o kulak yırtıcı sessizlik, acıların dirayeti tahrip ettiği zamanlardaki o korkunç dinginlikti bu. Klinik, sanki homojen bir nesne misal kendisini oluşturan farklı tüm nesnelerle, her cisim ve her canlıyla, insanın içinde bu duyguları uyandırıyordu. Müşahedesindeki eski saatin tik taklarında, odalarının aralı pencerelerinde titreşen beyaz perdelerde, yataklarının başucunda nice refakatçinin uykularına mesken olmuş rahatsız sandalyelerde, gülen yüze, dinç çehreye hasret kalmış lavabolarının gölgeli aynalarında, kliniğin kapsamındaki her şeyde; tüm detayları ve çizgileri hafızalara kazınmış meşhur bir tabloyu meydana getiren figürlerden herhangi birinin endamı vardı; her birisi, tek başına da bütünü noksansız ifade edebiliyor, bakmak isteyen bir göze tüm resmi ayan ediyordu.
Genç adam, danışmadan aldığı yardım ile ilgili görevliyi bulup, elindeki belgeleri göstererek birkaç saat sonraki ameliyatı için gerekli belgeleri imzalamaya geldiğini kendisine ifade etti. Biraz beklemesi gerekliydi, kliniğin diğer ucuna doğru yürümeye koyuldu. Çantasındaki cihazdan çıkan, içi kan ve muhtelif sıvılarla dolu boruların vücudunun içinde devam ettiği bir hasta ile göz göze geldi; ürpermişti, adımlarını hızlandırıp kliniğin girişinde yer alan ve hastane avlusuna bakan sıralı pencerelerden birinin önüne geçti. Gökyüzünü ve doğayı görmek kendisini biraz ferahlatmış, klinikten ve koridor boyu şahit olduğu manzaradan sıyırdığı zihni, bulutların ve hastane avlusunda dalları titreşen ağaçların detaylarını keşfe koyulmuştu. Hasta odalarının aralı kapılarından sızan iniltilerin oluşturduğu uğultunun içinde birden beliren bir feryat ile içinde duyumsadığı cılız huzur okkalı bir dehşet ile bölündü. İstemsiz döndüğü koridorda genç bir hemşire müracaata doğru bağırıyordu: “Hasta 6’nın belindeki dikişler uykusunda patlamış, tekrar ameliyathaneye indirilmesi gerek. Yatağın nevresimlerini değiştirmesi ve yerleri temizlemesi için de bir temizlikçi gönderin.”

Kucağında ameliyat önlüğü, bone ve galoş ile hastanenin genel müşahedesinde sedyenin tekine uzanmış bekliyordu genç adam. Tüm hastaneyi kuşatan huzursuz edici beyaz duvarlardan farklı, açık yeşil renge boyalı duvarların çevrelediği, beyazın ısırıcı soğuklukta bir tonuna sahip ışıkların yorucu bir aydınlığa gark ettiği, fakat yine de ferah ve epey büyükçe bir odaydı burası. Taburcu edilecek tüm hastalar, gerekli çıkış işlemleri yapılırken beklemek üzere buraya yollanıyor, kliniği fark etmeksizin tüm operasyon bekleyen hastalar, işlemleri bittikten sonra ameliyathaneden önce son soluğu burada alıyor, sıralanmış onlarca sedyeden birine geçip istirahat ediyordu.
Ne kadar çabalasa da fark etti ki insan hastanede, tüm duyuların hastane tabiatlı öğeler ile beslenmesinden mütevelli, zihnini hastalıktan başka şeylere yöneltme teşebbüslerinde başarısız kalıyordu. Fakat bir yandan da beklemek, bir salgın illet misali yakasına yapışıyordu insanın; günlerce boş bir odada, bir hasta yatağında yatarken, uçsuz bir koridorda rahatsız bir sandalyenin üstünde muayene odasının kapısına saatlerce bakarken ya da başka herhangi bir koşul içinde fakat kaçınılmaz bir şekilde, insan bir de bakıyor kendini yeni bir hastalığın, bu illetin kollarında sızlanırken buluyordu. Savunma mekanizması olarak zihin, tüm algıladığı nesnelere ait farkındalığını sahte bir sıfırlama ile silip çevresindeki her şeye sanki birkaç saniye öncesine değin hiç maruz kalmamış gibi bir ilgiyle tekrardan göz atıyordu. Bu bilinçli yanılsama biraz idare etse de zihin kendini kandırmada, yöntemi sebebiyle başarısız olduğu gerçeğiyle yüzleşiyor ve tekrar bekleme illetinin semptomlarına, hiçlikten türeme o ruhsal bunalıma, daraltıya yenik düşüyordu. Genç adam da bu durumdaydı o an. Zihni, hastalık ya da hastane ile ilintili olmayan oyalanacak bir şey bulma umuduyla son durak olarak kendi kendisine dönmeye; pasifleşen bedensel duyular, yerini ruhsal hislenimlere, nesneler yerini kavram ve olgulara, somut yerini soyuta bırakmaya hazırlanıyordu içinde. Benliği andan, zamandan sıyrılmaya can atıyordu; kendisine mesken bu bedeni tüm gerçeklikleriyle orada bırakmak üzereydi. Bazen bunu başarabiliyordu genç adam, istemli bir şekilde gerçekleştirebildiğine şahit olmamıştı fakat denemeye çalışıyordu. O anları tekrar hatırladı, birkaç çevresel etmenin birleşimi ve halet-i ruhiyesinin elverişliliği ile tesadüfi bir şekilde deneyimliyordu o hissi; sadece birkaç saniye, göz açıp kapamadan belki biraz daha uzun süre gerçekleşiyordu fakat bu kısalık maddesel gerçekler, yerlerine sımsıkı sabitlenmiş sarsılmaz kanunlar, görecesiz yasalar, formel bilimleri ve mücessem alemi oluşturan dinamikler nezdinde geçerliydi. Genç adam örneğin yüzüne hoş bir açıyla vuran gün ışığı altında bir kitap okuyor oluyordu o özel an tecelli etmeden hemen önce; bir seyahatte, batmak üzere olan güneşin ve romantik tonlarda gökyüzünün ışıklarının çalındığı uçsuz bir yolu izliyor, her şeye gücü muktedirmişçesine engin ve tüm gizli ilimleri özümsemiş gibi ağır bir edayla gökyüzüne uzanan dağları seyrediyor oluyordu ve o his içinde beliriyordu. O manzaraların ilhamı, muhtemeldir ki koca bir yangını başlatan minicik bir kıvılcım niteliğine bürünüyor ve gerçekliklerin bir bir içi yarılıyordu. İlk yarılan, ilk neşteri yiyen gerçeklikten, zamandan, oluk oluk minik zamanlar akıyordu etrafa. Tabii olduğu bu yeni sihirli zamanların içine giriyor ve önce henüz egale edemediği diğer gerçeklik nezdinde, mekân çerçevesinde yoğunlaşıyordu. Misal genç adam o an bir sokağın ortasında tutulmuş bu deneyime; o halde sokağın zaman faktörüyle fonksiyone bir şekilde sayısız hayata eşlik edişini, meçhul tane yaşantıyı bağrında taşıyışını, üstünde sonsuzdan beri gezinen insanların duygularına, hepsinin farklı tınılarına şahitlik edişini, o kaldırım ve betondan olma cansız varlığın içinde duyumsadığı gibi duyumsuyordu. İzleyedurduğu manzara doğa mı? O halde erişemeyeceği kadar uzağındaki ağaçların gövdeleri arasında geziniyor, diplerindeki o zamandan muafiyetle, değişmezlikle, o; her gündoğumunun günbatımının zamandan izoleymişçesine aynılığıyla haşır neşir oluyordu. 
Tüm bunların ardından, göz açıp kapayıncaya dek süren bu anın içinde genç adamın elindeki neşteri vurduğu bir diğer gerçekliği geçmişi oluyordu sonra. Hiç yaşamadığı güzellikler; huzur ve hoşlukla, içte yarattıkları dingin ve muzaffer hisle beraber bir tüpün içindeki çözelti misali şırıngadan geçmişine zerk edilir gibi oluyor ve o an manevi varoluşunda, anne karnında ölmüş bir bebeğin hiç yaşamadığı çocukluğunu, gençliğini, yaşlılığını andıran, hiç kalbinde atmayan aşklarına, hiç olmayan eşine ve bir ömür boyunca soluduğu ama hiç ciğerlerine girmemiş nefese benzer, bunlara eşdeğer bir etki yaratıyordu. Gerçek geçmişinin içinde açtığı oyuğa yeni yarı suni geçmişler sokuyordu genç adam; o an izleyedurduğu dağların engin yamaçlarının ötesinde, göremediği ardında, hasta babası dinç ve sağlıklıydı. Yürüdüğü güzel sokağın ardında bıraktığı dönemecinin orda, sevgilisi hala ona duyduğu sevgiyle orada dikiliyordu ve onu hiç aldatmamıştı. Otobüsünün hiçbir zaman sapmadığı o yoldan ilerleyen genç adamın izdüşümü, oturduğu koltukta, onun hissetmeye mecbur olduğu ve fazlası ona haram o kıytırık huzur, o buruk neşe ile değil, gerçek muvaffakiyetler ve esenliklerle haşır neşirdi.
Fakat tüm bulanık hislenimlerinin kendine tasvir ve izahından ve eski gezintilerinden hatırlamalardan ötesine geçemedi genç adam, dalıp gittiği ameliyat elbisesinin üstüne eski gündüz düşleri serpilmişti sadece bol bol. Huzurlu anlarında gelen bir hissi böyle stresli ve mihnetli bir anında elde etmeye çalışması düşündüğünde saçma geldi. Yine de o anlardaki huzuru ve kendinden sıyrılmışlığı hatırlamak, bunlarla oyalanarak beklemenin gergin hiçliğinden kendisini biraz olsun koparabilmek iyi gelmişti. Az sonraydı ki hemşire elinde bir başka hasta için hazırladığı serum lastiğiyle başucuna geldi; koridorun ucunda ilerlemesini sürdürdü ve öte uçtan vaktin geldiğini, yapacağı enjeksiyonun ardından ameliyathaneye ineceklerini bildirdi.

Hastanenin en alt katında, doğumhane ile bitişik ve morg ile komşuydu ameliyathane. Ardındaki uzak köşelerinde, beliren, hareket edip kaybolan suretlerin buzlu cam kapılarında hayal meyal belirdiği ameliyathanenin önü, iki sıra oturmalık yerle refakatçilere, hasta yakınlarına tahsis edilmişti. Kapalı kapıların ardında kalmış havada, her türlü ve her mertebede neşeyi soğurabilecek, her türlü enerjiyi tüketebilecek bir sıkkınlık seziliyordu; sanki bekleyen her hastanın ve hasta yakınının kendine mahsus derdinden nemalanıp çoğalarak büyüyor ve her acıyı salonda nefes alan tüm sızılar ile eklemledikten sonra geri herkese yüklüyor, biri bin ediyordu. 
Ansızın açılan ameliyathane kapısı ile gerilmiş tüm sinirler altüst oluyor, beklemeyle yılmış tüm gözler, kuruntularla, endişelerle; tadı tuzu kalmamış tüm çehreler heyecandan, panikten karmakarışık bir ifadeyle kapıya dönüyor, içerdeki hastasının, çocuğunun, annesinin, can yarısının durumundan bihaberliğinin taşınması zor kahrı altında titreyen bacaklar ve gövde, gayri ihtiyari ayaklanıyor, fakat telaffuz edilen bir başka isim ile tüm bunlar nafile bir isyanla, hem evhamlı, hem de selametli temennilerin birbirine girdiği kurmacalarla, yarım bıraktıkları sabır sınavına kaldıkları yerden geri başlıyordu.
Genç adamın ameliyathane kapısından içeri adım atması pek uzun sürmedi. Kendisinden önce ameliyat olacak iki hasta ile gelecekti sıra ona; tuhaftı, yalnız içerden açılan cam kapıdan fırlayan bir hemşire isimlerini okuyup onları içeri çekmiş, sonra da onlara sıralarını bildirip, kapının hemen önünden başka bir yere gitmemeleri gerektiği tembihiyle kısa koridordan sola doğru yönelerek ameliyathanenin kliniğe hususi bölümüne seğirtmiş ve onları orada bırakmıştı. Ne beklerken üstüne oturup istirahat edebilecekleri bir şey vardı, ne de oyalanabilecekleri herhangi bir nesne, kafa dağıtma adına atılabilecek birkaç adımdan bile hemşirenin dudağından çıkan iki cümle ile mahrum bırakılmışlardı. 

Her anı, tıkalı bir kum saatinin üst bölümünden aşağı düşmeyi sabırla bekleyen kum taneciklerininki kadar uzayıp büyüyen, sıkıntı ve ıstırap ile dolup taşan ameliyathane koridorunun içinde sıkışıp kalmıştı genç adam. Önünde durduğu kapının aralanmasıyla sedyeler ya da tekerlekli sandalyeler içeri sokuşturuluyor, alınması gereken bir uzvu, açılması gereken bir damarı, kapanması gereken bir yarası ya da çıkmaya ramak kalmış bir canı ile sedyede sere serpe uzanan bir hasta beklemesi için bırakıldığı buzlu cam kapının yanında genç adamla kısa bir süreliğine aynı kaderi ve nefesi paylaşıyor ve ardından peşindeki görevlilerle beraber, koridorların görünmeyen köhne uçlarına doğru yola koyulup genç adamı orada bırakarak gözden kayboluyorlardı. Tüm bunlar sinirleri harap edici değilmişçesine bunun tersi de söz konusuydu; sargı bezleri ile taze sarılmış, ıslak alçı ile yeni sabitlenmiş uzuvları, eksilmiş, küçülmüş organları ya da yeni çıktıkları operasyonun ardından onları eğreti şekilde hayata bağlayan türlü türlü elektronik cihazları ile koridorun meçhul bir ucundan gelen hastalar aniden genç adamın karşısında beliriyor, bu tuhaf kısa tanıklığın ardından, aralanan uğursuz kapıdan geçip genç adamı orada bırakarak hastanenin koridorlarına karışıveriyorlardı.
Genç adam, kendisine sınırlarla tarif edilmiş küçük alan içerisinde, adım bile denemeyecek küçük kımıldanmalarla ileri geri gidiyordu. Hareketlilik bir anda kesilmiş, lüzumundan fazla bir tenhalık koridora egemen oluvermişti. Az önceki yürek burkan, ürküten ve dehşete düşüren manzaralar dahi koridorun yutucu hiçliğine nazaran şimdi daha yeğlenebilir geliyordu genç adama. Müşahededeki hiçliğin aynısıydı bu; tek fark kendisine duyurmak üzere çoktan koridoru yarılamış biri ile sadece birkaç saniye sonrasında mı, yoksa bu minik koridorda hiçlikle geçireceği uzun saatlerin ardından mı gideceğini bilemediği yerin bu sefer yeni bir bekleme yeri değil bir ameliyat masası olmasıydı. Kendisini tedirgin eden, paniğe, heyecana veren ve damarlarında akan kana karışıp tüm kaslarına taş kestiren şey de beklemek denen hiçlikle hısım bu illetin ucunda dikilen korkutucu belirsizlikti. Ne zaman gerçekleşeceğini, birinin ne zaman yanına geleceğini bilmemenin bedelini, psikolojisini her an hazır tutarak ve ardında kalan her saniyeyi ameliyathaneye bir daha girip çıkarak ödüyordu genç adam.

Genç adam duvarların arasında belirsizliğin ve boşluğun üstüne üstüne gelişine daha fazla dayanamadı ve kurtuluşu kendini yeniden müşahedede yaptığı gibi zihninin içine fırlatmakta buldu. Ruh haline tesir eden bunaltıcı unsurlarla beraber düşsel koridorlarının boş ve sessiz zemininde adımlamaya koyuldu. Gerçekliğin soyutlaşmış bir hali, realitenin düşsel bir üslupla yeniden yorumlanmasıydı bu sefer algıladığı. Aşinası olduğu hastane binasının başkalaşmış koridorlarında, kendisine yabancı bir biçimde sıralanan polikliniklerinin önünden geçiyordu. Bir süre bir labirentin içinde kaybolmuşçasına nereye gittiğini bilmez bir edayla sağa sola dönüp durarak ilerledi. Bilinçsiz adımları, beyaz ve uzun bir dehlizin köhne ucundan zar zor seçilen bir kapının karşısına çıkmasıyla duraksadı. Ameliyat tetkikinden haftalar önce gelip muayene olduğu, birkaç saat öncesi ameliyatı için işlemlerini başlattığı polikliniği anımsatmıştı burası kendisine. Kapının önüne karşılıklı yerleştirilmiş bekleme banklarından birisine geçip usulca oturacaktı ki kapalı kapının aralanmasıyla yeniden doğruldu. Odanın derinliklerine odaklandı, isminin fısıltı mahiyetinde söylendiğini işitmişti; içindeki heyecanı bastırıp, katılaşmış ellerindeki gerginliğe karşı gösterdiği mukavemetle kolu çekip içeri girdi. Odaya attığı adımla bulanan görme yetisi sebebiyle birbirini kovalayan dağınık renklerden başka bir şey seçemedi önce; sonra dağılan bir sis misali gözleri eski haline döndü, gördükleri tekrar cisimleşti ve seçtiği manzara karşısında içindeki tüm gergin kasvetli hisler yerini derin bir hayret ve şaşkınlığa bıraktı. Gözlerini ovuşturma ihtiyacı hissetti genç adam, fakat hiçbir şey değişmemişti: Doktor koltuğunda kendisinin yıllar önceki hali oturuyordu. Taze gençliğinden kalma fotoğraflardan bayatlamış bir hüzünle beraber ezberlediği çehresi, şimdi cana kana gelmiş kendisine kitlenmiş; tıpkı o günlerdeki gibi hayat dolu ve muvaffak kendisini süzüyordu.
“Hoş geldin,” diyerek girdi söze genç doktor; fakat sesi muayene odasının gerçek sahibi, esas doktorunki gibiydi. Genç adam attığı tekin adımlarla beraber itidalle doktor halinin kendisine işaret ettiği yere oturdu ve önündeki kâğıtları inceleyişini fırsat bilip onu usulca incelemeye koyuldu. Ona öyle gelmişti ki karşısındaki kendisinin sadece gençliği değildi, müşahede odasında tekrarlamaya çalıştığı, kendisine mahsus o özel hislerinde duyumsadığı benliklerinden biriydi o. Hayatın zımpara görmemiş, budakları baki ve yaman yüzüne denk gelmemişlik, onu kendisi gibi erkenden çökertmemiş olmalıydı; genç adamın ilk intibasının kusuru, onu kendisinden genç sanması bundan kaynaklanmıştı. Doktor halinin dudağının kenarına asılı ölçülü ve nazik gülümsemede bir istihza görüyordu genç adam; karşısına geçen her şeye yönelik, küçümser, burjuvazist fakat yine de kibar bir sırıtış. Gözlerden saçılan ışıltıda muteber bir hava, şüpheden uzak, güven verici bir kararlılık, asaletle harman bir dirayet seziliyordu. Çeşitli başarılarla taçlanmış muvaffak ve muzaffer bir yaşamdan öte gelen iyimser, şen bir aura; erdemli, bilge ve kudretli fakat yine de azametine yaraşır mütevazı bir mizaç. Kendisine dair her etmenin, özüne binaen aritmetik bir uyum, şiirsel bir ahenk içerisinde olduğunun garantörü hatları keskin bir çehre, dik bir duruş.
“Şikâyetini dinliyorum,” dedi doktor, “Gözlerin olmalı, şişlikler epey kötü gözüküyor, iyisi mi teferruatlı bir muayene etmek gerek.” Doğrulduğu sandalyesinden arkasında bulunan medikal bir cihaza yöneldi. Gerekli kontrollerin ardından genç adamı çağırıp, kafasını uzatıp bakması gerektiği yeri belirtti. Karşısındakinin iç dünyasını seyre imkân veren bir çeşit periskop diye düşündü genç adam, gözlerin ardında yatan, oraya gömülüp kalmış yaşanmışlıkları, hatıraları, koyu ve açık, solgun ve parlak hisleri gözlemlemeye yarayan bir çeşit dürbün gibiydi bir şeydi bu.
Esas doktorun bir hafta öncesi kurduğu cümleleri tekerrür ettirdi genç doktor: “Ne mikrobik, ne de alerjik bir durum söz konusu. Bundan önceki tanılarda da dahil olmak üzere haftalar boyunca devam ettiğimiz çözelti damla ve merhem tedavilerinin herhangi bir sonuç vermemesi ve işin yine öncekiler gibi ameliyata uzanması da bu sebepten. Ameliyatta alınan biyopsilerin patolojik tahlilinde de herhangi bir bakteriyel ya da viral enfeksiyon bulgusuna rastlanmadı. Hal böyleyken önceki arpacık, blefarit ve kornea ülseri teşhislerimizde yanıldığımı belirtmeliyim.” Sözlerinin ardından kısa bir süre duraksadı doktor, genç adamın hala cihaza sabit gözlerine dönüp cihazdan tekrar baktı ve bu sefer genç adamın sesine benzeyen bir tını ve umutsuz bir ses tonuyla şöyle devam etti: “Hastalığımız hayata öfkeli bakmandan ileri geliyor. Bu durum etken ve edilgen şekilde çift yönlü etkiliyor gözlerimizi. Etken olarak, göz kapağı kaslarımızın sürekli öfke ve nefretle kasılı gergin oluşu sebebiyle oluyor, edilgen olarak da yoğun içsel stresle mücadele eden melankolik, mutsuz ve yılgın ruh halimizin bünyevi bir sonucu şeklinde gelişiyor.”
“Şimdi samimi olmak gerekirse eğer, şunları söyleyeceğim sana. Ben gerçeklikler arasına vurduğun bu neşterin içinde, bedeninin, düş âlemindeki sonsuz bir sıhhatle donatılmış türevinde yaşıyorum, son nefesine kadar da yaşamaya da devam edeceğim. Sen varolduğundan beri, senin tiyatro sahnende senin hatıralarına can verir, üzücü şeyleri hatırladığında senin yerine tekrar yaşar, seni yüzüstü bırakan insanlarla artık canını acıtan o mutlu günlerindeki gibi güler eğlenir, babamızın sevgisini hissetmek istediğinde o günlere dönerim. Ya da buradaki gibi gerçekten tamamıyla bağımsız hayali bir boyutta senin hayallerine can veririm. Fakat ben yoruldum. Acılarımız ve üzüntülerimizin senin yaşadığın gerçeklik âleminden derleme, güzelliklerimizin ise benim hayal âlemimden devşirme olduğunu ve hep böyle olacağını biliyoruz.”
 “Göz kapaklarındaki şişliklerin yaraların içinden doktorun elindeki neşterle dışarı çıkmayı bekleyenler sadece kan ve irin değil. Senin gerçekliğe vurduğun o neşterle oradan gün yüzüne kavuşanlar orada toplaşıyorlar. O yaraların içerisinde bunlar var; yaşadığın üzüntülerinin hiç olmadığı hayali mazindeki hayali günler, başarısızlıklarının başarıya döndüğü sana ait sanal yaşamlar. Ruhunu hasta eden o şeyler artık bedenin üstünde de etkisini göstermeye başladı, hepsi bu.” 

Kolunda birisi ile genç adam hastane bahçesinin ortasında belirdi. Kısık sesle ettiği rica üzerine refakatçisi başını kaldırıp etrafına bakındı ve boş bir bank buldu. Genç adamı oturtmasının ardından da başında dikilmeye devam etti ve yaptığı iyiliğin tadını çıkarır bir ses tonuyla başka bir isteği olup olmadığını sordu. Genç adamdan aldığı oralı olmayan bir teşekkürü de yerine getirdiği insanlık vazifesinin ödülü niyetine göğsüne iliştirip iftiharla oradan ayrıldı.

Ağaçların dalları üstünde, yaprakların arasında süzülen rüzgârın çıkardığı hışırtıyı diğer seslerden ayıklayıp dinledi bir süre genç adam. Yükselmiş öğle güneşinden etrafa saçılan parlak ve ılık ışıltıları teninde duyumsamak ve bunun sargıda olan gözleri sebebiyle farkında olabilmek kendisini tuhaf hissettirmişti. Hastane bahçesinin ortasındaki kafeden rahatsız edici bir şekilde insanların hep beraberliğinden türeme sesler geliyordu kulağına; kulak tırmalayan bir uğultu, atıl tınılardan ibaret bir ses kirliliği. Hastanenin uzak köşesinden gelen ambülans sireni sızısıyla dibindeki banklara çökmüş birkaç hastanın usul iniltisine karışıyor öte caddede akan hayatın içinden fırlayan klakson ve motor sesleri ara ara belirip kayboluyordu. Tüm bu balçığa dönen ses cümbüşünün kapalı gözleriyle karanlığa esir düşmüş dünyasına çizdiği manzarayı süslemeye koyuldu genç adam. Seslerin içinden ayıkladığı seslere kulak kabarttı önce; dibinde oturduğu ağacın üstündeki kış kuşlarından gelen, dallarda uçuşmalarınından ve cıvıldayışlarından gelen cıvıl seslere, teninde duyumsadığı, birkaç cadde ötedeki sahilden ılık ılık esen rüzgârları ve denizin kokusunu ekledi. 
Bir süre sonra göz kapaklarına ameliyat öncesi zerk edilmiş narkozun etkisi geçmeye başladı, burada böylece oturmaya devam etmek yerine bir çaresine bakıp, bir an önce evine gitmesi gerektiğinin bu acı ile farkına vardı fakat yerinden kalkmaya o an cesaret edemedi. Tıpkı kendisini ameliyat eden doktoru kandırdığı gibi ameliyathane kapısının önüne kadar kendisine refakat eden görevliyi de kapıda birisinin kendisini beklediği yalanını söylemişti biraz önce, daha sonra ne yapacağını bilemeyip karanlığa gark olan dünyasının verdiği çaresizliği gücüne yediremeyerek bir süre kapıda öylece dikilmiş ve tesadüfen yanına gelen bir meraklıya, refakatçisinin, kendisini hastane çıkışında beklediğini ifade ederek yardım istemiş ve onun yardımıyla hastane kapısına ulaşmış, oradan da bir başka kişiye uydurduğu bir başka yalanla oturduğu banka kadar gelmeyi başarmıştı; yeni bir yalan söylemeye ve çaresizliğin, elini bir başkasının merhametini dilendirmek için açtırmasına artık gücü ve takati kalmamıştı. Tek başına kalkıp gitmeyi düşünüyor, kendini bunu yapabileceğine dair cesaretlendirmeye çalışıyordu fakat yön ve mesafe algısı bandajlı gözleriyle iflas etmişti; koca bir karanlığın içinde, bir kıvılcımdan dahi mahrum bir şekilde tek başındaydı zihninde. 
Bir köpeğin kısık iniltisini işitti derken, buraya oturduğundan beri orada olduğunu anladı. Patilerinin gayri ihtiyari ve kontrolsüzce çırpınışını idrak etti seslerden. Uyuyor olmalıydı; inlemeler ve çırpınışlar devam edince iç çekti. “Küfürlerle, azarlarla kendisini kovalayan, onu korkutmaktan haz, onu tedirgin etmekten neşe duyan hangi merhametsizden, kendisine nefretle, savrulan hangi tekmeden, altına kıstırdığı kuyruğuyla endişe içinde kaçışını zevkle seyretmek için kendisine fırlatılan hangi taştan, gözbebeklerinden yansıyan lambalarından karanlığı yırtarak üstüne saçılan ışıklarıyla süratle üstüne üstüne gelen hangi araçtan kaçıyor kim bilir rüyasında?” dedi içinden. Zihninin karanlığında aciziyetin, korkunun, üzüntünün ve dehşetin gözlerinden okunduğu, kaçmaktan yorulmuş, dayaktan bıkmış, aldığı nefesten usanmış hasta ve müşkül bir köpek canlanmıştı; öne düşmüş başı ve her an kaçmaya hazır bedeni genç adama dönüktü. Gözlerinin bir yarısı içeriye doğru devrilmişti; kendi karanlığının içinde ışıldayan birikimlerini seyrediyor, tüm çektiği eziyetlerin, sefaletle geçen yıllarının kendisine bahşettiği o zavallı ruha sarılıyordu, diğer dış dünyaya çevrili yarısı ise karanlığın içinde karşısında dikilen genç adama doğru dikilmişti. Gücüne gitmiş, kapalı gözlerini doldurup yarasının hissettirdiği sızıyı unutturacak kadar canını acıtmıştı bu görüntü. Bir süre tutmaya çalıştı hislerini; zihnindeki karanlık sahnenin ortasında köpekle beraber dikiliyordu genç adam; karanlığın içinde uzayan gölgeler belirdi sonra hayal meyal seçilen. Köpek, başında dikilen genç adamdan gözlerini alıp hareket eden karanlığa doğru çevirdi ve bir süre izledi. Derken içgüdülerinden gelen bir uyarının verdiği can havliyle, merhamet dilenen, yalvaran bir tınıda çenilemelerle ve endişeden birbirine girmiş devinimleriyle beraber gölgelerin aksi istikamete doğru koşup hızla karanlığın içinde kayboldu. Genç adam bir başınaydı artık. Yavaş adımlarla yaklaşan gölgeler gözle seçilmeye başlamıştı; bir sürü tanıdığı insan, ona doğrulttuğu ellerine kenetlenmiş neşterle beraber genç adama doğru yaklaşıyordu. Onların arkasında yer alan bir sürü anısını seçti sonra; onlarca hatıra mücessem bir hale gelmiş, vücuda bürünüp ele ayağa kavuşmuş, bir çehreden mahrum, genç adamın boğazına hizaladıkları kolları ve boşluğu boğar gibi duran elleri ile üstüne üstüne geliyordu. Karanlığın diplerinde başka gölgeler görüyordu genç adam; hepsi birer duyguydu, hepsi ona onlarca yıl eşlik etmişti ve şimdi ondan istediklerini almak için buradaydılar. 

Tüm gölgeler ve karaltılar dağılıp, bedenler kaybolmuştu ve her şey geri duru karanlığa kesilmişti. Günler sonraydı ki kendine geldi genç adam ve doktorun sesini işitti karanlıkta. “Ameliyattan sadece birkaç saat sonra hastane bahçesinde bayılmış halde bulunmuşsun. Çevredekilerin anlattıklarına göre bir bankta bağırıp çağırarak ağlamaya başlamışsın. Ağlamanla patlayan dikişlerin sebebiyle Gözlerindeki kalın bandajı delip dışarı sızacak kadar çok kanamış yaralar. O sırada acile getirilmişsin fakat kanamayı durdurma çalışmalarımızı da sekteye uğrattı ağlamaların, kriz gibi bir şey geçirdiğini söylüyor acildekiler. Üç saat içinde kan kaybından oluşan doku yitimi sebebiyle iki gözünde de görme yetini kaybettik maalesef. Birkaç gün sonra kendine geldiğinde gözlerini almak için seni tekrar ameliyata almak zorundayız.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder