10 Eylül 2016 Cumartesi

Buluşma








Otobüsün verdiği kısa molayı fırsat bilip biraz hava almak için dışarı çıkmaya niyet etti. Oturduğu pencere kenarı koltuğunda saatlerdir gayri ihtiyari kurduğu çocuksu düşlerin etkisi, adım atmaya yeltenişi ile kendini o an belli etti ama o, adımlarının yalpalayışını içindeki heyecana bağladı.

Dışarı çıktığında senelerdir gelip geçtiği otogar, gözüne bu sefer epey farklı görünmüştü. Etrafta koşuşturan, bavulları, kolileri otobüslere tıkıştıran muavinler ve il isimlerini bağırıp duran bilet satıcıları, sokuldukları serin gölge kuytuluklarda otobüslerini bekleyen ya da ellerinde kendilerine pek yardımcı olamayan eciş bücüş yazılarla dolu biletlerle peronlar arasında otobüslerini arayan yolcular ve tüm bu manzaraya ev sahipliği eden, üstlerindeki tabelalarda koca puntolarla firma ve şehir isimleri yazılı onlarca bilet yazıhaneleri ve birkaç kıytırık büfeden oluşan otogar tesisi gözüne ilk defa bu kadar samimi gelmişti. Şaşırmıştı doğrusu; her şey hiç alışık olmadığı üzere kendisine çekiyordu sanki onu, sarıp sarmalıyor, kulağına güzel ezgiler fısıldayarak elini uzatıyor sonsuz bir dansa davet ediyordu adeta. Acemisi olduğu bu yaşama sevincinden doğma hoşnutluk, hayatın kendisine karşı takınıverdiği bu benimseyiş, gerek aniliği ile, gerek pürlüğü, yoğunluğu ile hali hazırda coşkun duygular içinde yüzen kendisine ağır gelmiş gibiydi.



Menteşe yöresinin kendisine özgü düzlüklerinden, birden belirip kaybolan dik kayalık yamaçlarından, bodur ağaçların, yaban zeytinleri, cüce çamların ve çayırların oluşturduğu bitki örtüsünden ne kadar büyük bir seyir zevki almıştı yol boyunca. Yıllardır gecenin yutucu karanlığı içinde gelip geçmişti bu manzaranın içinden bihaber. Tüm bu güzellikler yanı başında o göremeden bitip bitip durmuştu talihsizce. Tüm hayatı da böyle değil miydi ki zaten. Hep güzelliklerin yanı başında, kalbinin elini atsa uzanacağı bir yerinde, ruhunu oluşturan özün içinde, ona bu kadar yakın her an duyumsayabildiği yakınındaydı da hep bunların tümünden mahrum, acı dolu, boşlukta bir hayat sürmemiş miydi?

Molanın ardından geri yola koyulan otobüsle devam eden yolculuğu bu hislenimler ile uzadı gitti. Kısacık yola pek çok şey sığdırmıştı kuşkusuz, ardında bıraktığı hayatının tüm acı tatları, tüm üzücü ezgileri, tüm bulanık renkleri bir tarafında, bu yolculuk ile başlayan ve sonsuza kadar uzanacak olan, sevgiyle, neşeyle, muvaffakiyetle, huzurla örülü mutlu hayatının tahayyül dahi edemediği güzellikleri de öbür tarafındaydı. İzmir’e de bu düşüncelerin esrikliği başında, fakat doğduğundan bu güne arzuladığı güzel günlerin başlangıcını yapıyor oluşunun da farkında ve dikkatinde bir şekilde indi. Hayatının en unutulmaz anılarının kaydedildiği yer, meşakkatli bir telaş içindeydi şimdi; hiçbir şeyi kaçırmamaya çalışıyor, beş duyunun algılayıp zekânın anlamlandırdığı her şeyi, hislerle yoğuruyor ve son nefese değin kendisi de dâhil hiçbir gücün, hiçbir müdahalenin yok edemeyeceği bir köşeye istifliyordu.

Ufak bavulunu uzatan muavine teşekkür ettikten sonra peronda biraz ilerledi ve yazıhanelerin önünde durup cebinden gideceği yeri not ettiği ufak kâğıdı çıkardı. Bir sigara yakıp bir süre etrafına alık alık bakındı adresi okuduktan sonra, ta ki koşuşturması esnası göz göze geldiği bir görevliden gideceği adrese nasıl varabileceğine dair yardım isteyebilene dek.

Yanında oturan adamın kendisine dönüp “Efendim!” diye çıkışmasıyla epey bir süredir diline dolanmış bir cümleyi bilinçsizce mırıldandığını, sayıkladığını fark etti. Mahcubiyeti ve tedirginliği samimiyetini perdeler bir edayla özür diledi ve mırıldandığı cümleyi tekrar etti sesli bir şekilde. “Lunapark diyordum, orada inmeliyim de. Buranın yabancısıyım tahmin edeceğiniz üzere, kaçırmaktan korkuyorum.” Yanında oturan adam bu dostane ve mağrur beyanı rahatsızlığı baki bir şekilde oralı olmadan dinlemiş ve karşılık verme gereği duymamıştı. Bunun üzerine geri kirli penceresine döndü ve eski servis minibüsünde, rahatsız yolculuğuna devam etti. Arka tarafta ağlayan bir bebeğin ani feryatları, otobüsün aksamlarından gelen gürültülü seslerin ve otobüsün içinde dönen insani uğultunun içinde ara ara beliriyor, tüm bu sesler o an durup bu inlemelere kulak kesiliyor, bebeğin ve annesinin mahcubiyetinin tüm otobüste hissedildiği kuru sessizliğinin ardından tüm boğucu sesler geri işe koyuluyordu.

Hiçbir yerini bilmediği daha önce hiç bulunmadığı İzmir’de yorgun otobüs ona daha önce hiç görmediği yerleri göstermiş, bu mevsimde şaşılacak güzel hava eşliğinde seyrine doyamadığı manzaralar tattırmıştı. Her metresi kendisine yabancı yolculuk, ansızın karşısına çıkan çorak topraklar, ıssız tüneller, derken yeniden insani koşuşturmacanın üstünde cereyan ettiği canlı sokaklar eşliğinde sürmüş; şoförün ikazı ile anladığı üzere hiç fark etmeden kendini Karşıyaka’da bulmuştu. Etrafına heyecanlı ve sevinç dolu bakışlar atmış, genel çehresine şöyle bir göz gezdirdiği semtin barlar, restoranlar, çeşit çeşit dükkânların dizili olduğu çarşı ve vapur iskelesinden olma genel çehresi pek hoşuna gitmişti.

İneceği yeri farkında olmadan tekrar tekrar hatırlatması sebepli şoförden hâlihazırda okkalı bir azar işitmişti ve bu sebeple oturduğu yerde evhamlı endişeli kuruntularla sesini çıkarmaya cüret edemez bir şekilde yolculuğuna devam ediyor, bir yandan da ineceği yeri geçmiş olması halinde inerken şoföre aşırıya kaçmadan tepkisini ortaya koyacağına dair içten içe kendini cesaretlendirmeye çalışıyordu. Fakat şans buydu ya kadının teki kaptanı uyarıp Lunapark durağını geçiyor olduğunu söyleyince o da kadınla beraber adeta bir mülteci devinimleriyle ürkek ve hızlı bir şekilde araçtan iniverdi; ruhani kahramanı bayana içinden minnetler ederek ve methiyeler düzerek.

Kalacağı yere, arkadaşının evine vardığında yol yorgunu olduğunu, biraz dinlenmek istediğini söyledi ve yatacak yeri göstermesini istedi dostundan. İsmi Yalçın’dı ve pek samimi dost oldukları söylenemezdi. İşin aslı genç adam bu zaruri işi için başka opsiyonu olmamasından sebep ondan yardım istemişti. Liseden sonra uzun yıllar hiç irtibatları olmamıştı; zaten öyle ki lisede de aralarındaki münasebet epey sınırlıydı. Tanıdıklarının büyük bir kısmı ile aralarındaki ilişkinin ehemmiyeti bu şekildeydi, etrafındaki herkes onu biraz soğuk, biraz yabani bulur; sosyal ilişkilerinin ve davranışlarının tuhaflığını daha ilk irtibatlarında hemen fark ederlerdi. Bu kendini ele verişin ilk emarelerini kuşkusuz gözleri veriyor, çukur yuvalarından karşısındaki yabacıya yönelen bu iki canlı kahverengi küreden, sıcakkanlı ışıltılar saçan, davetkâr bir dostane edaya bürünen muadillerinden farklı bir şeyler okunuyordu. Bir şeylerin kinini güdüyordu bu gözler, küskündü, hevessizdi, tatsızdı ve en önemlisi tüm bunlardan sebep sahibine yakıştırılması imkânsız, eğik bir boyna, çökmüş bir omuza büyük gelecek bir asaleti barındırıyordu. İnsan doğrusu böyle bir göze haddini bildirme isteği duymadan edemezdi bu münasebetsiz cüretinden ötürü. Derinlerde tüm bu kendine yeterlik perdesi arkasına gizlenmiş bir aciziyet de seziliyordu; samimiyetleri paylayan bakışlar, arkalarındaki itimatsızlık ve aleladelik duygularını sebep gösteriyor; teptikleri bu güzelim duygulara karşı mahrumiyetlerinden naralarla dert yanıyordu.

Yalçın, ev arkadaşının sömestr tatiline çıktığını fakat odasının kapısını kilitleyip gittiğini bu yüzden de evin salonunu kullanabileceğini söyledi ve ardından odasından nevresim, yastık, yorgan getirip kendisine verdi. Daha sonra da onu yalnız bırakıp sessiz sedasız odasına çekildi.

Nevresim, fark ettiği üzere epey kirliydi ve yastıkta da kocaman bir ağız suyu lekesi vardı. Saatler geçmişti ki dostu ne aç olup olmadığını sormaya ne de halini hatırını danışmaya geldi. Bir tek odasına çekildikten birkaç dakika sonra oda kapısının kilidinin dönüşünü duymuştu o kadar. Hava kararıyordu, uzandığı yerde yol yorgunluğuyla miskin bir hal üstüne çöreklenmişti; daha fazla karşı koymayı gereksiz buldu, gözlerini kapatıp kestirmeye koyuldu.

***

Uyandığında kendini alabildiğine koyu bir karanlığın içinde buldu. Uyku sersemliğiyle beraber zihni bir an güneşlikle kapalı camdan içeri sızan cılız ışığın hayal meyal belirginleştirdiği yüzeyleri bütüne tamamladı ve arşivindeki aşina güvenli yerler ile mukayese etti. Nerede olduğu, birkaç saniye sonra rüya ile gerçek arasındaki çizginin tekrar belirginleşmesi vasıtasıyla aklına geldi.

Epey acıkmıştı fakat beklemek gerektiği düşüncesi nedeniyle kalkmaya yeltenmedi; açıkçası bunu aklından bile geçirmedi. Arkadaşına biraz sitem etti ilkin, sonra da suçu yine başkasında bulamayıp sorunun çekimser yapısı sebepli kendinden kaynaklandığı kanısına varıp faturayı kendine kesti. Kendisi için zorunlu bir gereksinim de olsa yapacağı bir eylemin başkasının keyfiyetini bozma ihtimali göze alamayacağı bir durumdu. O, zorunluluklarını, başkasının keyfiyeti için askıya almaya, karşısındaki insanların keyfiyetleri karşısında, onun zorunluluklarının hiçbir zaman önem teşkil etmemesi sebebiyle çoktan alışmıştı. İçten içe bencil, küstah, düşüncesiz, aşağılık gördüğü bu insanlara karşı da umutsuzluğundan ve çaresizliğinden sebep koşulsuz bir saygıyla donatılmış emre amade 2. sınıf insan görüntüsü çizmek zorunda kalıyordu.

Düşüncelerin üşüştüğü zihni, yastığının altından cep telefonunu çıkarmasıyla biraz nefes alır gibi oldu fakat açtığı yeni mesaj ekranının alıcı kısmına Neşe’yi girmesiyle tekrar mesaisine koyuldu. Birkaç başarısız yazım denemesinin ardından İzmir’e geldiğini ifade edecek güzel, kısa fakat özlü, ne aşırı ciddi, ne aşırı sulu, ne aşırı abartılı, ne özensiz tam olması gerektiği gibi bir mesaj yazmayı başardı ve mükemmeliyetine gölge düşüren bir cümle, kısım ya da işaret gözüne çarpmadan hemen yolladı. Sonra fark etse de –ki fark etmemesi gibi bir ihtimal mümkün değildi- mühim değildi.

Uyanmasının ardından geçen sürede Yalçın’dan ses gelmeyince ümidini kesmiş, televizyonu ya da ışığı açma riskine girmektense soluğu dışarda almaya karar vermiş ve caddelerde biraz dolaştıktan sonra gözüne kestirdiği boş, sakin ve mütevazı bir esnaf lokantasına kendini atmıştı. Sıcak yemeklerin akşamüstü saatlerine kadar serviste olduğunu duyunca seçimini porsiyon köfteden yana kullanmıştı ve siparişini bekliyordu. Beklerken telefonunu çıkardı tekrar, mesaj gelse duyardı, biliyordu; tüm ilgi ve alakası, tüm dikkati, umursamadığını, başka şeye odaklandığını; yürüdüğünü, yoldaki insanları izlediğini ya da vitrinin tekinde gözüne ilişen çocukluk oyuncağına kafa yorduğunu sandığı tüm anlar da dâhil sadece telefonunun üstündeydi ama yine de kontrol etti.

İlk zamanlar aklına geldi önce; Neşe ile tanıştığı ilk zamanlar da bazen o uyur, o ise sabahın ilk ışıklarına kadar, her saniye sönmeye biraz daha yüz tutan ümidini canlı tutmaya çalışarak, aklına gelen üzücü düşünceleri dağıtmaya ve müteessir olduğu merakı yenmeye gayret ederek, ufacık bir veda mesajı beklentisiyle ayakta geçirirdi. Uykusuz geçirdiği geceye inat öğlen olmadan kalkar, Neşe’den gelen birkaç cümle ile içi rahatlamış, teselli olmuş ve hidayete ermiş bir şekilde tekrar bir bahane bulur ve Neşe, tüm o geceden, meşakkatli, her anı ıstıraba ve endişeye karşı verilmiş sabır sınavıyla gergin geçen saatlerden bihaber bir şekilde, uyku girmemiş yorgun gözlerini tatlı rüyalara tekrar daldırırdı. Bu veda takıntısı, vedalaşamadan kaybettiği ve bu yüzden de onu bir daha göremeyeceğini, onun şefkatli sesinden, özveri kokan ellerinden, fedakârlığın ve hiç isyan etmeden katlanılmış zorlukların, çilelerin okunduğu soluk ve yorgun yüzünden sonsuza kadar mahrum kaldığı gerçeğini bir türlü kabullenemediği annesinden sebepti belki.

Hastanede ilk tanıştıkları gün aklına geldi derken; araştırma hastanesinin yerleşkesinde kuytu bir köşede; konumuyla insana, diğer insanlardan ve hayattan tecrit edilmişliğini çağrıştıran psikiyatri kliniğinin bahçesinde sırasını bekliyordu o gün. Hanımeli çiçeklerinin ve sarı sarmaşık güllerinin süslediği boyası eskimiş paslı demir çitlerden, esen bahar yelleri ile hoş kokular geliyor, kış aylarında göğe doğru uzanan çıplak kuru dalları ile insanın içini ürperten akasya ağaçları tatlı gün ışığı ile parlamış ve yemyeşil, insanın içinde neye karşı duyulduğu meçhul, tuhaf bir umudun yeşermesine sebep oluyordu. Kliniğin gölgelediği serinlikte oturuyordu o gün Neşe; yüzünde hala tam anlamıyla tasvir etmeye muktedir olamadığı o ifade ile. Hayata dair peşin kanaat getirilmiş hisler barındırıyordu sanki yüz. Hayat sanki onu kendisi gibi ezerek, çarkları arasında çiğneyerek bu hale getirmemişti. Karşılaştığı insanlar, olaylar ve daha nicesinden oluşan koca bir yaşanmışlık sanki onun o halde olmasında hiç etken değildi. Hayatın tüm dinamikleri içinde, mutluluğa, sevince, zevke, keyfe, güzelliğe dair her şeyin altında bir dramın, trajedinin, hüznün ve acının yattığını bilmenin beklentisizliği, gözlerinde de bunları görmenin yorgunluğu hâkimdi.

Aralarındaki irtibat da o gün Neşe’nin ondan sigarası için çakmak istemesi gibi basit bir sebeple başlamış; sonra aralarında geçen kısa muhabbetin ardından tanışmaları ve birbirlerine numaralarını vermeleri ile son bulmuştu. Neşe’den, İstanbul’da bir akraba ziyareti sebebiyle geçici süre bulunduğunu ve biten ilaçlarını yazdırmak için hastanede olduğunu öğrenmişti ilerleyen günlerde. Aralarındaki irtibat da gün gün artmış, aramalar sormalar derken birbirlerine dair pek çok şey öğrenmişlerdi. Düşünceleri bu şekilde gidiyordu, hayal hatıra karmakarışık, neyse ki sipariş ettiği yemeği bir süre sonra önüne kondu. Telefonunda ise hiçbir hareketlilik yoktu.

***

Ertesi gün, sabahın ilk saatleriyle beraber kendini yeniden, bilmediği caddelerin, sokakların arasında, bir yer bilmemenin verdiği tuhaf güven hissi ve temenniler ile beraber gezinirken buldu. Ne yapacağına dair az buçuk fikri vardı, ilk gün servis aracının penceresinden gördüğü iskeleye ulaşmalıydı önce, iskeleden de karşıya Konak’a geçmeliydi. İçgüdüsel bir ses sanki ona ne yapması gerektiğini söylüyor, bir yandan da karşısında duran gayba dair onu cesaretlendiriyor, varlığıyla güven veriyordu. Bir büfeden çıkarttığı bakiyeli elektronik biletle bindi otobüsün birine, kısa yolculuğu ardından da iskeleye yakın bir yerler görünce inip biraz yürüdü ve iskeleye vardı.

Vapur seferine koyulduğunda, o da fırının tekinden aldığı poğaçalarını yemeye koyuldu, aldığında fırından yeni çıkmış poğaçalar kapalı poşette terlemiş, tekrar hamura çalmıştı. Bir yandan kuru lokmalarını yutkunuyor, bir yandan da ne yapacağını planlamaya çalışıyordu. Neşe dün akşamdan beri neden hiçbir şey yazmamıştı; oysa geleceğinden de haberi vardı, işin tuhafı, sabahki araması da cevapsız kalmış ve Neşe’den ona istinaden de bir geri dönüş olmamıştı. Her şey keşke bu kadar zor olmasaydı diye düşündü. İkisi de hayatlarının en zor zamanlarından geçerken birbirlerini bulmuşlar, koca bulanık toz dumanı içinde birbirlerine rastlamışlardı ve ikisi de kendi sağlıksız kişisel koşulları, buhranları, sancıları ile cebelleşirken işin içine bir de diğerinin acılarını, ıstıraplarını, ufacık bir sarsıntının dahi koca zelzelelere sebep olduğu zayıflıklarını katmıştı. Bu yürütülmesi zor durum kişisel fedakârlıklarla ilk zamanlar tölare edilse de ikisi de geçen ayların ardından birbirinin acısını katmerlemekten, birbirine acı vermekten, birbirini üzmekten öte ellerinden başka hiçbir şey gelmeyen bir noktaya gelmişler; bunları hayata karşı gösterilmemiş tepkilerin, susturula susturula birikmiş haykırışların da etkisiyle birbirine karşı ağır ithamlar, çirkin sözler izlemiş ve şiddetli bir şekilde ayrılmışlardı

Aylar sürmüştü onun gönlünü alması, gerçi hala da tam alabilmiş sayılmazdı ya. Geceler boyunca Neşe susmuş, o ise varoluşunun özünü oluşturan kişilik onurunu ayaklar altına alarak, uğruna pek çok şeyi feda ettiği, muhafaza etme adına pek çok tahribatı göze aldığı gururunu çiğneyerek ona uzun uzun mesajlar yazmıştı. Hayatına dair karanlıkta kalmış, kendisi için dahi gün yüzüne çıkarmaya yanaşmadığı pek çok unsura onun şahitliğinde ışık tutmuş, gizli yaralarından bahsetmiş, ona olan sevgisinin, onun için öneminin bunlar nezdinde ehemmiyetini ispat etmeye, ona anlatmaya çalışmış, bu masumiyet karineleriyle ne olduğunu bile bilmediği suçu için gözü yaşlı ağlak ve savunmasız af dilemişti. Aylar sadece bu şekilde geçmemişti elbet onun için. Ayrıldığı ilk zamanlar altından kayıp giden dünya, geçen günler ile bazen ona bir nefesi dahi dar etmiş; kontrolsüz alınan psikotikler, alkol ve sigara ile hâlihazırda müşkül bedeni ve sinirleri iyice yıpranmıştı. Haftalar, doğru düzgün ağza alınmamış lokmalar, devinip duran güneşin doğuşu batışı arasında hiç gülünmemiş espriler, açık gözlere rağmen uyanılmamış uykular ve nihayete ermekten uzak bitmeyen kabuslar eşliğinde geçmişti. Bu sürecin, bir yıl geçmesine rağmen tam adapte olamadığı üniversitesinin tekrar açılışına denk gelmesi de cabası olmuş, ne uykunun girdiği gözleri, ne de ondan başka bir şeye yorabildiği zihni sebebiyle rast giden şansı ile geçtiği bir ders hariç tüm derslerinden başarısız olmuştu.

Konak’a tüm bu düşüncelerin zihninde dumanı taze, izleri yeniden belirginleşmiş bir halde ayak bastı. Ne yapması gerektiğini pek kestiremiyordu, telefonunu çıkardı; birkaç satır bir şey yazdı, sonra da içinde sıkıntı ile yollamadan sildi. Biraz yürümenin kendisine iyi geleceğini düşündü sonra; sömestr tatiline girmiş okullardan karnelerini almış birkaç genç, sabah ayazının daha tam kırılmadığının hissedildiği boş Kordon’da geziniyordu. Ağaç dibinde bir banka oturdu, sararmış yapraklarının dibinde soğuk, çürümüş yattığı, yapayalnız ve üşüyerek, sessiz denizi seyreden bir ağaçtı bu. Kendisine artık büyük gelen boyası eskimiş deri ceketinin iç cebinden çıkardığı sigarasını yaktı, telefonunu eline alıp İzmir’de gezindiğini ima edecek ve dolaylı yoldan buluşma teklif edecek bir mesaj karalayıp, yüzünün el verdiği bir an, arsızlık hissiyle beraber yolladı. Dakikalarca bekledi beklemesine ama içinde peyda olan sinsi sesin tahmini doğru çıktı; yine bir cevap gelmemişti.

***

Aradan iki gün geçmiş; her şey içinden çıkılmaz bir hal almıştı. Neşe geçen üç günün ardından ne mesajlarını yanıtlıyor, ne de aramalarını açıyordu. Bu anlamlandıramadığı suskunluğun çaresizliğinden en son her gün onu saat 16:00 ile 17:00 arası Konak İskelesi önünde bekleyeceğini söylemiş, gelmediği her seferde de gelmemesine sitem etmemeye çalışarak kırıldığını ifade eden fakat gelene kadar bekleyeceğini ısrarla belirten mesajlar yazmıştı. Bilmediği bir şeyler olduğunu düşünüyor, içinde pusuda bekleyen hüsran dolu hisler her eli boş kalbi kırık iskeleden ayrılışında mahur bir edayla saatlerce dikilip insanlara çevreye kırgın fakat umutlu bakışını kendisine dramatize ediyordu. Evinde kaldığı Yalçın’dan da rahatsız oluyordu. Münasebetsiz özgüveniyle kendisine doğrulttuğu her bakışında kendisine dönük bir aşağılama, her seslenişinde inceden alaya alma hissediyor, karşısına her geçişinde egosunu tatmin ettirici yüksek bakışları ve sefil bir ben tutkusuyla kabartılmış ses tonu ile onun sessiz, çekingen üslubuna istinaden aşağılık bir sefil olduğunu hissettirmeyi arzuladığını anlıyordu. Aralarında geçen her diyalog ve irtibatın da özünü bu oluşturuyordu günlerdir. Aşağılık bir üstünlük kurma çabası, istismara açık, savunmasız bulduğu karşısındakini hem egosunu kendisine ispatlama, hem de karşısındakine onaylatma güdüsü evin içinde gezinen havada dahi hissediliyordu.

Hayatı boyunca maruz kaldığı ve tek savunma yöntemi olarak kaçmayı bilebildiği bu mide bulandırıcı durum sebebiyle ve başka seçeneği de kalmadığından haftalar öncesinde arayıp ders programını öğrendiği Neşe’nin dershanesine gitmeye karar verdi. Bu fikir aslında günlerdir aklından geçiyor ama bir türlü yapmaya dair cesareti, utangaçlık ve aciziyet içinde ezilen benliğinde bulamıyor; kafasında yapması durumunda olacakları tahayyül etmeye çalıştığında dahi heyecandan kalp atışları hızlanıyordu. Fakat başka bir seçeneği kalmadığından ve durumun sarpa sarışının ufukta beliren ürkütücülüğünden sebep içinde bir güç belirmiş, azim ve kararlılık ışıklarıyla aydınlatılmış bir cesaret, içine yerleşip duruma ortak olmuştu şimdi.

Tüm bu kararlılığın gözüne bürüdüğü parıltıyla tekrar koyuldu yola; yanına, birbirlerine sevdalı oldukları vakitler Neşe’nin gönderdiği fotoğrafları da almıştı. Arkalarına onu düşünerek uykusuz geçirdiği geceleri tarihleriyle beraber not tutmuş, bazısında resmin kendisinde uyandırdığı duyguları ya da yüzünün ifadesinde okuduğu şeyleri tasvir etmeye çalışmıştı. Küçük bir sürpriz diye geçiriyordu içinden, belki de yapmaz geleceğe bırakırdı.

Bindiği vapur, denizin üstüne çöreklenmiş sis perdesinin arkasında kaybolmuş karşı kıyıya doğru seyrine usul usul devam ediyordu. Önüne çıkardığı resimlere bakarken gözü bir an resimleri tutan eline kaydı. İşte hala oradaydı, ipince, dümdüz, el ayasının ortasında yeryüzüne tecellisinden beri var olan o çizgi. İlk fark ettiği çocukluğundan itibaren, göksel bir kalemin, onu tüm yaratılmışlardan ayrı bir yazgıya mahkûm etmiş oluşunun imgesel sözcüsü; annesi babası da dahil, tanıdığı tanımadığı sorup soruşturduğu kimsede görmediği, diğer herkesin el ayasındakinden farklı, tek dümdüz lanetlenmiş bir çizgi.

Vapurun kıyıya yanaştığını siren sesleriyle fark etti; düşünmesini yarıda bırakıp bir koşuşturmaca ile indi iskeleye ve saatine baktı, Neşe’nin dershaneden çıkmasına 20 dakika kalmıştı. Hızlı hızlı yürümeye koyuldu, kordon boyu yürüdü; Alsancak’tan içeri saptı, bir iki büfeye alelacele cadde, sokak ismi sorarak ilerlemesini sürdürdü. Tam bir duygu seli yaşıyordu. Neşe’nin onlarca yıldır yaşadığı, soluk alıp verdiği, yürüdüğü kaldırımlarda yürüyor; yüzünde, o resimlerindekine benzer şirin, şımarık, gülümsemeler tecelli ettiği vakitler gözlerinden mutlu ışıltıların üzerlerine saçıldığı binaların dükkânların arasında geziyordu. Kim bilir bu sokaklarda kaç kere o, sevdanın anlamıyla, yaşamın tüm kederleriyle olgun ve tüm ıstırapların kendisine bağışladığı engin kudretle mutlu saçları, deniz kokulu, yağmur esanslı rüzgârlara kapılıp dalgalanmış, uçuşmuştu. Ruhunu duyuyordu Neşe’nin ruhunu; bu palmiyelerle süslü caddeler arasında, hapsedildiği beden içinde gezinirken, susup sakladığı, anlatmaya mecalinin olmadığı gizli dertlerini hiç kimse anlamadan öleceğinin korkusunu duyumsamış ve ürpermiş, eğrelti bir sevincin daim olduğu gözlerinin ardındaki yorgunluğu kimse bilmeden, başarısız olduğu o intihar teşebbüsünü bir gün nihayete erdireceği düşüncesiyle sarsılmış ruhunu.

Yaşadığı bu duygu seli, farkında olmadan temposunu aksatmasına yol açmıştı; epey uzağında kalan dershaneden çıkan öğrencileri binanın girişinde seçebiliyordu. Tam net bir şey göremiyordu; Neşe’yi anımsatan bir siluet seçmişti kalabalığın arasında, fakat hemen gözden kaybolmuştu.

***

Dershane epey arkada kalmıştı; üstünde yürürken, Neşe’nin göksel düş ve hislerine ortak olduğu, haz ve elem dolu sevgi yaşlarıyla gözlerinin dolmasına sebep olan caddeler de artık ardındaydı. Neşe’nin peşi sıra, kendisini ürküten, benliğini temelinden sarsmaya, üstünde yürüdüğü yeryüzünü ayağının altından çekip kendisini boşlukta bırakmaya hevesli olduğunu hissettiği ve gaybın karanlığında şeytani bir gülümseme ile kendisini beklediğini duyumsadığı meçhul akıbeti öğrenmeye yolculuk ediyordu. Bir yanı, hayatta kalmaya, kendisini korumaya yönelik iptidai bir içgüdüyle kendisini dürtülüyor, işin nereye varacağını çıkarımlamış bir şekilde onu yaptığından vazgeçirmeye çalışıyordu. Bunu daha önce de yaşamıştı, biliyordu önünde neyin durduğunu, bu sefer o da inanamıyordu buna, böyle olmayacağına dair inancıyla susmuştu bu güne kadar; usul mırıldanmalardan öteye geçmemiş çoğu sefer o da diğer yanın sözcülüğüne soyunup onu yüreklendirmiş, kayıtsız şartsız bir inançla onu yürüdüğü bu puslu yolda azimlendirmişti. O yüzden artık çok geç olduğunun da farkındaydı bu peyda olan feryatlarının.

İnce bir yağmur başlamıştı, deniz, sert esen rüzgârların kabarttığı dalgaları ile fırtınaya gebe gibiydi. Neşe’nin peşi sıra indi otobüsten, kendini fark ettirmeme gayesinde sessiz ve yavaş adımları, kaybolmuş varoluşu ile çimenlerin arasına yapılmış taş kaldırım yolda, bodur çalıların rehberliğinde yürümeye koyuldu. İnsanlar, yağmur öncesi dehşete kapılmış sinekleri andırırcasına bir telaş içine girmişti, etrafta koşuşturuyor, korunaklı bir yer bulanlar, tıpkı sinecek bir yer bulmuş ivez sürüsü gibi sessiz ve tedirgin, yağmurun geçmesini bekliyordu. Neşe’nin girdiği kafenin önünde durdu, oturmasını bekledi; o oturunca da kendisini fark ettirmeyecek yönde bir masa kestirdi gözüne.

Ne yaptığının pek de farkında değildi. Kendisine karşı en ufak bir izahı yoktu son bir saatinin. İşin tuhafı, hayatı boyunca yaptığı en ufak eylemin dahi birçok yönden kendisine karşı izahını yapma sorumluluğu gütmüş ve bu prensibini bir an olsun çiğnememiş benliği, bu durum karşısında en ufak bir rahatsızlık hissetmiyordu. Dışı cam duvarlarla kaplı kafenin kuytu köşesinde bir masaya oturmuş, bir yandan dışarıda şiddetlenen yağmurun cama vuruşunun çıkardığı sese, sicimlerin, damlacıkların siluetlerini eğip büktüğü kıyıya, ağaçlara, gökyüzüne tanıklık ediyor, bir yandan da Neşe’nin heyecanla beklediği, birkaç dakika öncesi mekâna girip onu selamlayıp, öpüp, sarılıp yanına oturan kişiyi izliyordu.

İçinde, sevgiye dair bir yerde, bir kıvılcım gibi bir şey çakmış, önce isli zayıf bir duman, ardından da cılız bir ateş belirmişti sanki. Kulağında uğuldayan tüm nazik, sevecen tınıların yerini hoyrat, içi nefretle doldurulmuş naralar, sancılı, ölümü çağrıştıran inlemeler ve kederli ağıtlar almıştı. Hayat onu sarıp sarmalamayı bırakmış, hazırlıksız yakaladığı bir an, beklemediği taraftan okkalı sillesini eğrelti bir güleçliğe ev sahipliği eden suratına indirivermişti. Ne kadar ani gerçekleşmişti bu; sanki ondan habersiz bir tarafı aylardır bu anı beklemiş, tozpembe düşlere bıraktığı meydan sebebiyle topladığı tüm gerçekliklerini, tüm edinimlerini, bir yandan mustaribi olduğu bir yandan da varoluşunun temel taşları belleyip sıkı sıkı sarıldığı tüm zorluklarını, tüm gözyaşlarıyla yoğrulmuş acılarını, tüm çekilmiş içsel eziyetlerini onun görmeyeceği, varlıklarını hissetmeyeceği bir yere kilitlemişti ve şimdi bir bir ortaya çıkarıyor, ait olduğu eski yerlerine alıngan, sitemli ve kızgın bir edayla geri yerleştiriyordu.

Kendine karşı bu mahcubiyetini hafifletmezdi belki ama onun da mazeretleri vardı elinde, bu kendi kendine küçük düşmenin izahı, kendi eliyle alaşağı ettiği ve şimdi elinde paramparça duran onuru adına sarf edebileceği birkaç gerekçesi vardı: Neşe’nin el ayasındaki o düz, lanetli, tek çizgi.

Nerden bilebilirdi ki ailesinden, yaşıtlarından oyunlardan uzak, hayata dair ilk fikirlerini yalnızlığın ve sevgisizliğin elinde edindiği, aciz ve zayıf karakterinin ilk tohumlarının atıldığı çocukluğunda, kendi başına kurduğu çocuksu bir düşün, gerçekleşmesi imkânsız olan bir hayalin, hayattan elini eteğini çekme teşebbüsüne tekabül eden bir zaman diliminde gerçekleşeceğini. Yıllarca hayal kurmayı en büyük haz kaynağı bellemiş, hayal dünyasını kendini en rahat, mutlu ve güvende hissettiği yer bilmiş birisi için bu olanlar sadece yazgının son oyunu, hayattan edindiği deneyimleri sebebiyle onu alt edebileceği başka seçeneği kalmamış kaderin zıvanadan çıkmış, ölçüsüz, merhametsiz son cilvesi olabilirdi.

Neşe; aynı zamana denk gelen intihar teşebbüsünün ardından karşısına çıkan, hayat görüşleri, fikirleri, hisleri iç dünyaları eş, yaşamları aynı rengin aynı tonlarında ve ellerinde hayatları boyu hiç kimsede görmedikleri aynı çizikler ile bir hastane bahçesi içinde bulduğu Neşe. Şimdi başkasının kollarında, can verdiği tüm çocuksu hayalleri unutmuş, karşısındakinin en mukaddes, en kutsal düşlerine ortak olup, en ufak sorumluluk duygusu hissetmekten yoksun bir şekilde bunları oyalantı, eğlence meşgalesi olarak görmüş ve hevesini alıp sıkılıp bırakmış Neşe. Anneye duyulan sevgiye eş değer, en ufak şehevi dürtüye bile mahal vermez masumiyette ve saflıkta hisleri ardında bırakmış, herkesten farksız Neşe.

Akşam olmuş, hava kararmıştı. Sahildeki lambaların, denizde seyreden vapur ve teknelerin ışıkları; denize vuran yakamoz ve koca binalardan yansıyıp denizde dalgalanan rengarenk ışıltılar ile vakur, soğuk ve asil bir dansa durmuş gibiydi. Kafe, renkli tabelalar, ışıldaklar, ve parlak aydınlatıcılar ile kaygan, boğucu bir ışık seli içindeydi, Neşe de, sevgilisi de, arkadaşları da onu burada bırakıp çoktan gitmişti.

Kafasında onların gitmesinin ardından saatlerdir dönen düşünceler varoluşunu, kimliğini derin bir tiksintinin sarsıntısıyla yerinden oynatmış gibiydi. Hayatına hep eşlik etmelerine karşın aidiyetsizliği ve yalnızlığı hiç bu boyutta, çaresizliği hiç bu kadar keskin hissetmemişti. Kendini garip bir sokak kedisi gibi görüyordu; ilginin, sevginin ve yemeğin nerden geldiği kendisi için önemsiz tüm türdeşlerinden farklı, çöp kenarlarında karnındaki açlığın değil sadakatle bağlanabileceği, okşayan elin kıymetine hürmet edip huzurla oturabileceği bir yuvanın yoksunluğunu çekmiş, zaman zaman kendisinin medet umarak gözlediği kapıların birinde aç gözlerine merhamet edilip önüne birkaç parça artık bırakıldığında hemen orayı yuvası bellemiş, aradığı sıcaklığı, can yoldaşlığı edebileceği sahibini bulduğunu; yaban sokaklarda koşturduğu sevgi çağrıları sonrası kahkahalar eşliğinde yediği tekmelerin sona geldiğini ummuş ve bu düşüncelerle yediği artıkların ardından günlerce sadakatle beklemiş, hemen kapıyı farelerden korumaya adanmış ama azarlarla, küfürlerle, dayakla defalarca kovulmuş sefil bir kedi.

Mazide bıraktığı günlere dönmüş, hatırladıklarını yeni fark ettiği gerçeklikler nezdinde yeniden yorumlamaya çalışmıştı ve anlamıştı ki Neşe ile aralarında geçen diyaloglar, Neşe’nin kendisine karşı tutumu, davranışları, sözleri dişe gelir şeyler bile değildi. Gerçek Neşe’yi tanımıştı ve şimdi tüm bunlar, emeline mazhar olma adına ona onu oynamaktan öte bir kapıya çıkamıyordu. Bunu da belki bir ay yapmış, sonra kendisinin kapılıp gittiği hayaller dolayısıyla buna devam etmeye de ihtiyacı kalmamıştı. Her şey zorlaştığında; Neşe onu kırdığında, umursamadığında, hakaretler ettiğinde, aşağıladığında bir aptal gibi kurduğu düşe sığınmış, yaşadıklarının kendisine takdim edilen göksel mucizenin bir sınavı olduğunu düşünmüş ve buna yormuştu. Düşünmüştü ki Neşe ne yaparsa yapsın, ne derse desin, onu ne kadar kırsa, üzse de onun bu hayatta tek çıkış yolu, sevebileceği ve kendisinden sevgi görebileceği, huzurla tüm çilesi çekilesi ve olgun ağırbaşlı mizacını, sonsuz sadakatini adayabileceği tek kişiydi. Gerçeklikle perçinlenmiş bu hayaller onu tahayyül edilemez bir peşin şartlanmaya sürüklemişti. Neşe, her ne kadar başka birinin yanında olabildiği an tüm bu şartlanmalar sonunda fesih olmuşsa da iş öyle içinden çıkılmaz bir hal almıştı ki kendisi için, belki yıllar geçecekti ve aklında daima bir acaba sorusu kalacaktı tümör misali. Muhtemeldi ki ilerleyen yıllarla bilinci hep şaşacak, hayalin gerçekliğine itimat ettiren o deliller, kendilerini boşa çıkaran akıbetleri çiğneyerek, geçen zamanın tozları altına saklayarak karşısına dikilip onu daha da aciz, daha da müşkül durumlara sokacaktı. Unutmaya da unutamazdı ki bu haliyle, kim yaşayıp unutabilirdi bunu. Upuzun yıllar, hatta kuvvetle muhtemel bir ömür sebil ziyan olmuştu.

***

Otobüs, cılız ışıklarla aydınlatılmış yarı karanlık sokakların içinden geçmiş, düzensiz, soğuk birbiri ardına sıralanmış evler camın ardında bir film şeridi gibi kaymıştı. İnsanlarının her beraber huzurlu uykularında tatlı rüyalar gördükleri, kimsesiz caddelerinde birkaç uyuz köpeğin gece ayazının sisi içinde gezindiği, insanı ürkütecek derecede karanlık ve ölü yollarının turuncu lambalarla aydınlandığı şehirler bir arkasında kalmış; sabahın ilk ışıkları gece ürpertisini, şerrini üzerinden atamamış donuk gökyüzünde peyda olmaya başlamıştı. Zerre uyku girmemiş gözleri kendini kotaramadığı düşüncelerinin esrik hezeyanı içerisinde kaybolmuş ve ağlamaktan şişmiş bir şekilde bakıyordu etrafa. Yol boyunca düşüncelerinden, hislerden kurtulmak için bir filme yakın hap tüketmiş, tüm sinir sistemi ve akıl tasarrufu bu haplarla tahrip olmuştu.

Feribota indiğinde çok kötü bir haldeydi. Ağzını açacak hali olsa günlerdir doğru dürüst yemek girmemiş midesinde haplar sebebiyle peyda olan dayanılmaz acıdan kesin feryat ederdi ama hiç takati kalmamıştı.

Oturup denizi izlediği bir an, aniden nefes alamadığını sandı; düşünceler, hisler kendisini boğuyordu. Sıcaklık bastı derken, ufak ufak başlayan terlemeler birkaç dakikada ecel terine dönüverdi. Zaman hızlanıyor ve buna müteakip kendisine dair bilmediği ama çok önemli olduğunu hissettiği bir şeyler koca bir çalkantının içinde can çekişiyordu sanki. Doğup ilk nefesi çektiği andan o ana beynine giren tüm izdüşümler, tüm kavramlar, yerler, nesneler, hisler, düşünceler, tüm anladıkları, bildikleri, öğrendikleri omzuna binen koca bir yük olmaktan çıkmış, nemli bir tavana asılmış ve boynuna geçirilmiş bir urgan haline gelmişti. Dehşet hissediyordu içinde sadece, kendisini kendisi yapan her şeyi, kimliğini benliğini, içindeki her şeyin kontrolden çıkıp şimdi boğazına sarıldığı zihnini yok etmeyi istiyordu. Keşke kendini hiç var olmamış bir şekilde silebilse, ardında kalacak tüm soyut ve somut artığı da yanında götürerek keşke yok olabilseydi.

Aklına kafe geldi bir an. Neşe’nin sevgilisi bir ara yerinden kalkıp, kafenin uzak köşesindeki müzik sahnesine gitmiş, birkaç enstrümanın bulunduğu sahneye çıkıp Cahit Berkay imzalı Devlerin Aşkı melodisini çalmaya koyulmuştu gitarla. Neden bu ezgi diye düşünmüştü acıyla, ne biçim tesadüftü bu; bu melodi onun en sevdiği, her dinlediğinde gözlerinin dolmasına sebep olan, ezgileri içinde kendi duygularını duyumsadığı, sesi titrek sevgisinin sembolü yegâne melodiydi bu ve o an o adamın ellerinde icra edilmişti. Kilitli günlüğü açılmış, en kendine hususi duyguları, anıları kahkahalarla alay edilerek ortaya saçılmış ufak bir çocuk gibi hissetmişti kendini.

Şimdi fark ediyordu ki o an ne de kendinden emin vuruyordu gitarın tellerine adam, gitarın sesi ne gür, ne pak çıkıyordu. Kendi bağlama çalışı geldi aklına, tellere ne eciş bücüş vuruyor, ses ne kısık, ne kadar tereddütlü bir tınıda çıkıyordu. Çaldığı her ezgi, haddini aşan bir cüretin tedirginliği ile çınlıyordu kulaklarda. Hele ki şarkı mırıldandığı zamanlar; sesindeki ton sanki meçhul bir mahcubiyetin utancıyla beraber af diliyordu kimsenin duymamasına rağmen. Özüne ters düşen bir eylemin çelişkisini yaşıyordu bu ses; el yazısı bile eciş bücüş, harflerinden kendine dair güvensizliğin okunduğu birisiydi o sonuçta. Hiçbir zaman öyle çalamayacaktı bir enstrümanı, hiçbir zaman ürkek bakışlarının altında donuk ifadesiyle büzülen dudakları o adamın emin bakışlarına arka çıkan rahat dudakları gibi durmayacaktı yüzünde. Hiçbir zaman elinden çıkan harfler, muvaffakiyetler ile örülmüş, sevgiler ile doyurulmuş, hayatın yontulmamış keskin yanlarından daima esirgenmiş o adamınki kadar güzel gözükmeyecekti göze. Tüm bu yeni düşünceler kendi varoluşuna dair koca tiksintinin derin bir öfke ile kabarmasına yol açmıştı.

Sakinleşmek için arka cebindeki Neşe’nin resimleri aklına geldi sonra. Çıkardı; ona yaşamı tekrar sevdiren bu resimler neden bir daha işe yaramasındı ki. Bakmaya devam etti. Kendisine bir zamanlar yaşama sevincini, varoluş hevesini, azmi, dirayeti aşılayan tüm detayları tekrar gözden geçirdi ama beklemediği bir şeyle karşılaştı. Neşe’nin gözleri eskisi gibi kendisine sevgi ile değil alay ile bakıyor, kendisine dair bir temenni ile mütevazı gülümseyen dudakları şimdi onun tüm bu aciz varoluşu ile soyunduğu soytarılığa kahkaha atmaya hazırlanıyordu. Titreyen elinden suya düştü derken resim; bir diğerine geçti. Aynıydı. Kendisini dönemsel bir gafletle umursamış olması bile utanç vericiydi; yüzündeki tüm güzel hatlar, saçları onu aşağılıyordu. Bir fare gibi hissediyordu artık; burnuna gelen iştah kabartıcı peynir kokusuna cezbolup, bu mükâfatın da aklının ermediği başka bir tuzağa ait yem olacağını, açlığının tesiri altında aklından çıkarmış ve şimdi kendini kaptırdığı kapanın içinde bu aptallığının, açlığının iradesini ve aklını kör edişinin bedelini, son nefesini vereceği ana değin sızı içerisinde çırpınan kuyruğuyla, ölüm korkusuyla patlayacakmışçasına atan minik kalbiyle, ıstırap içerisinde ciyaklayarak ecelini beklemeye mahkûm, sefil bir fareydi şimdi.

***

Birkaç dakika sonra suyun içinde bir karaltı göründü. Ellerinde taze çaylarının dumanı ve ağızlarında sıcak lokmalarının kokusu ile birkaç yolcu, “Denize biri atladı” diye güvertede bağrışıyordu. Kalın paltosunun içinde, yetkili birisi olduğunu gösteren üniformasıyla bir kişi, kalabalığın toplaştığı tarafta belirdi ardından, gayri ihtiyarı bir şekilde denizde onların baktığı yere döndü ve biraz inceledi; karartı çoktan batmış su yüzünde birkaç fotoğrafı andıran kâğıt parçası kalmıştı. Keçe paltosunun cebinde cızırdayan telsizi çıkardı, motorların tekrar çalıştırılmasını istedi.

















































2 yorum:

  1. Kalemine ve yüreğine sağlık. Kendisinden bir parça bulan herkesin karakterle aynı psikolojiyi yaşayacak derecede başarılı tasvirlerin olduğu bir öykü olmuş. Başarılar.

    YanıtlaSil
  2. karanlığı aktarmaktan daha zoru karanlığa dayanabilmek sanırım..kkaranlığa sırtını dönmek yerine elini uzatan iyi yürekli insanlar sayesinde bunları kaleme alabiliyorum.. bu yüzden de ben teşekkür ederim..

    YanıtlaSil