satırları, kaleme alanı tarafından artık anlamsız bulunan bir müsvedde defterin, temize çekilip atıl halde bırakılmış nüshası..
11 Haziran 2016 Cumartesi
Baston
Günlerdir hışımla yağan kar, öfkesini almış, durulmuş; dinlendiği birkaç saatin ardından rüzgarsız havada dingince yağmaya devam ediyordu. Perdeleri örtülü evlerin bacalarından çıkan ılık, isli bir duman, ortası karlardan temizlenmiş sokağın üstünde geziniyordu. Başıboş bir sokak köpeği sokağın ucunda ürkek adımlarıyla belirdi, yer yer ıslak karlarla kaplanmış tüyleri soğukta titreyerek birkaç evin girişinde birkaç avlu kapısında gezindi, gözlerinde derin bir umutsuzluğun yorgunluğu hakimdi. Belki açlığından, belki de ilerideki çöplüğün burnuna gelen cezbedici kokusundan geceyi geçirmek için sürdürdüğü nafile yer arayışından vazgeçti, sokağın çıkışına doğru arkasında bıraktığı minik pati izleriyle beraber gözden kayboldu.
Yaşam uğultusunun bu aylarda epey kulak kabartarak duyulabildiği sokağın, o aşina olduğu güç bela sürdürülen meşakkatli yaşam mücadelesinden doğma çok sesli sönük tınılarının içinde hayırlı ya da hayırsız olduğu meçhul bir siren sesi davetsiz bir şekilde peyda oluverdi. Birkaç saniye sonraydı ki beyaz örtünün kapladığı renkten yoksun sokak, polis aracının tepe lambasından saçılan, kısır bir kovalamaca misali birbirlerine devinip duran kırmızı ve mavi ışıkla boyandı. Araç ne yapacağını bilmez bir edayla sokak başında birkaç dakika duraksadıktan sonra ilerisinde durduğu bakkalın yanına yanaştı.
Bakkalda çalışan genç adam, hali hazırda polis aracının sokağa girişini duymasıyla beraber dükkânın girişinde belirmiş, tentenin altında durup kendisine yaz günlerini anımsatan plastik top ve mangalı seyretmeyi alışkanlık haline getirmiş gözlerini sokağın girişindeki polis aracına dikmiş, yaktığı sigarasını tüttürmeye koyulmuştu.
Genç adamın, daha açılmadan dibinde bittiği buğulu cam aralandı ve direksiyondaki polis adeta çıkışır bir şekilde “Şu adres neresi?” diye sordu. Genç adam soğuk suyun altında saatler süren işinin ardından tezgahın altındaki minik elektrikli sobada ısıtmaya çalıştığı elleriyle kendisine uzatılan kağıdı aldı. Üstünde bir su dağıtım firmasının ismi ve altında birkaç paragraf yazı yazıyordu. Şoförün yanındaki polis, genç adamın yanlış yere baktığı anlayınca kağıda el attı ve göz ucuyla yeri bulup “Orayı değil lan, şurayı okuyacaksın.” diye işaret etti. Genç adam adresi okur okumaz, “Biliyorum,” deyip yolu tarife koyulduysa da aracın içindeki iki polis ve arkada oturan takım elbiseli adam uzayan tarif sebebiyle dediklerini dinlemeyi bırakmışlardı. Yardımsever bir tedirginlikte başlattığı ve sürdürdüğü tarifini direksiyondaki polis hürmetsiz bir şekilde “Bize yolu göstermen gerekecek.”, diyerek böldü. Genç adam, müsaade isteyip üst kattaki evine döndüğünde pencerede gördüğü babasına işaret edip dükkâna inmesi gerektiğini açıkladı. Birkaç dakika sonra araç, genç adamı da alıp tekrar yola koyuldu.
Genç adamın araca binmesiyle oluşan tuhaf hava, araç içi telsizinden belli belirsiz aralıklarla çıkan cızırtılı sinyal sesi ile ara ara bölünüyordu. Hızlanan kara silecekler güç bela yetişiyor, ilerlendikçe yolun durumu biraz daha bozuluyordu. Genç adam, yanına oturduğu düzgün giyimli adamı, telefonla konuşuyor oluşunu fırsat bilip yine de belli etmemeye çalışarak göz ucuyla süzmeye başladı. Bond tipi deri çantası, pahalı olduğu belli siyah paltosu ve ayakkabıları; kendisinden yayılan elit sınıf havasını pekiştiriyor, lüks bir parfüm kokusu bu havayı bir fısıltı gibi ortama sessizce yayıyordu. Telefonun karşı ucundaki kişiye “Sayın müdürüm,” diye hitap edişi, genç adamın epey dikkatini çekti. Adamdan gözlerini alıp döndüğü kar altındaki gecekondu siluetini seyre dalarken, zihninde aynı vurgulayış ses tonuyla bilinçsizce tekrar etti cümleyi. Fakat ne kadar çabaladıysa da fark etti ki onun gibi söyleyemiyordu. Ne kadar eğrelti durmuştu bu söz onun ağzında, onun kadar saygı duyulası çıkmıyordu kelimeler; ayrıca nezaket olarak da onun tınısına yaklaşamamıştı, kabaydı.
Ne kadar kurguladıysa da kurguladı bir türlü adam ile aynı kefeye giremedi zihninde. Tüm edinimleri, tüm becerileri, tüm okumaları nedendir bilinmez bir türlü yanında oturduğu bu adam karşısında aleladelikten kurtulamıyordu. Öğrencilik hayatında elinden düşürmediği kitaplıklar dolusu kitap bu adam karşısında kendine en ufak bir değer katmıyordu, felsefik okumalarla yoğurulmuş ve hayatla harmanlanmış kişisel dünya görüşleri de. Fark etmişti ki bu adam karşısında sahip olduğu ve sahip olabileceği hiçbir şeyin en ufak bir ehemmiyeti yoktu. Kendisine dair her şey, kendi acınasılığının baharatıyla aromalanıyordu çünkü. Yaptığı ve yapabileceği tüm değerli şeylerin ehemmiyeti, kendi çapından bağımsız değerlendirilemediğinden bu adamın karşısında hayatı boyunca en ufak bir şansı olamayacaktı.
Genç adamın düşünmeleri öndeki polisin “Daha var mı bu Muzaffer denilen adamın evine?” diye kendisine çıkışırcasına yönelttiği soruyla bölündü. “Biraz daha var, memur bey,” dedi ve biraz sonra nereye döneceklerini ekleyecekti ki direksiyondaki polisin uyarısıyla sustu: “Memur bey değil, amirim diyeceksin.”
Genç adam Muzaffer Dede’yi düşünmeye başladı. Zihninde süt beyazı sakalıyla güleç yüzü canlandı, içine tuhaf bir his yerleşti. Birkaç sene öncesiydi yaz aylarıydı; o zamanlar genç adam daha üniversiteden mezun olmamıştı. Tatilde dükkân işlerinde babasına yardım ediyordu. Genç bedeni, dükkana taşıdığı malzemelerle yorulmuştu o gün. Dükkânın önünde dinlenmeye koyulmuş, elindeki sigarasının dumanını nefes nefese kalmış ciğerlerine çekiyordu ki Muzaffer Dede, elinde yüklerle sokağın girişinde belirmişti. Bir an zihni bulandı genç adamın. Kurduğu düşünün içine düş karıştı o günleri düşününce. Sokağın ucunda vakitsiz bir an beliren bir başka kişi, Sibel’in hayali, o günlerle beraber bir an saplanıverdi tüm düşlerinin ortasına. İçi, hoş anılarından birden kötü anılarına savrulmanın iç sızlatan acısıyla doldu. Kendisine yönelttiği nefretle bu kötü anısını zihninden kovmaya çabalarken yanındaki adamın söyledikleri kulağına çalınıverdi: “Evet müdürüm, haciz edilecek mal tespiti için gittiğim adrese varmak üzereyim; tespit tutanaklarını da dosyaya ekler, masanıza bırakırım yarın.”
Adama dönüverdi, “Haciz işlemi mi?” Adam bakımlı saçlarını düzeltiyordu, istifini hiç bozmadı ve cevap verdi, “Haciz işlemi.” Genç adamın zihninde tekrar o gün canlandı. Yaşlı insanlara özgü, mevsim fark etmeksizin giydiği temiz yeşil takım elbisesi ve işlemeli tahta bastonu ile epey gerisinde kalmıştı Muzaffer Dede o gün. El arabasına yüklediği ağır yüklerini evine kadar götürmek istemişti genç adam. Evi epey uzaktaydı yükleriyle o sıcakta oraya kadar gitmesi epey meseleydi. Pek tanıdığı bir adam da değildi doğrusu Muzaffer Dede. Hakkında tüm bildiği Kore Gazisi diye anıldığı, yalnız yaşadığı ve evinin epey uzakta bir yerde olduğundan ibaretti. Yaşlı adam, gerek sıcak, gerekse yaşlı bedeni sebebiyle ağır adımlarla yürüyebiliyor, kendisinden epey ilerisindeki genç adama kendisini beklemesini işaret edip yolu tarif ediyor, sonra onun gerisinde ağır adımlarına devam ediyordu.
Genç adam, Muzaffer Dede’nin kendisine tarif ettiği epey büyük bir arazinin önünde durdu, emin olamayınca da etrafa bakındı. Bahçenin büyüklüğünden evi ilk görüşte fark edememişti. Geniş tahta kapıyı aralayıp el arabasını bahçenin ortasındaki evin önüne bıraktı ve gezinmeye başladı. Dibine dökülmüş meyvelerinden fark ettiği elma ağacına yaklaştı, gözüne kestirdiği yeşilinden bir elmayı koparıp tadına baktı. O sırada yaşlı adam seslendi: “Onlardan yeme yavrum daha olmadı, çarşıdan yeni kırmızılarından aldım, içeri buyur onlardan ikram edeyim.”
Muzaffer Dede, işitme cihazlarını almak için içeri gittiğinde genç adam evi seyre koyuldu. Karşısındaki duvarda asılı duran resimler dikkatini çekti; kimisi yılların etkisiyle sararmış, kimisi ise beyazlamış gibiydi. Bir kadın resmine ilişti gözü, az önceki kısa sohbette bahsettiği rahmetli eşi olmalı diye düşündü. Çekildiği zamanı kestirmek için resimde ipucu verecek bir obje aradıysa da bulamadı ve kıyafetlere istinaden 70lere ait olabileceğine kanaat getirdi. Diğer resimdeki minik çocuklar da oğulları ve kızları olmalıydı. Bir başka yanda askerlikte çekilmiş eli silahlı bayraklı fotoğraflar vardı. Tüm bu günler eskide kalmıştı şimdi. Genç adam evin içine döndü. Tüm bu günler gibi evin de eskide kaldığını fark etti. Duvardaki sarkaçlı koca saat, çevirmeli telefon, döşemeleri eskimiş raptiyeli oyma koltuk takımı, raflar, dolaplar kısacası evdeki her şey tekmil yıllar öncesine aitti.
Muzaffer Dede geri geldiğinde gençlik zamanlarından başladı anlatmaya. Yaşlı insanlara özgü bir yalnızlığın verdiği çaresizlikle bulduğu ilk fırsatta her şeyini anlatmaya koyulmuştu. Belki heyecanından, belki de sevincinden bazen anlattığı şeyleri karıştırıyor, bazen ne diyeceğini bilemiyor, kendini düzeltiyordu. Çaylar koyuldu, ara ara nasihatler verildi ve evin geçmiş kokulu atmosferinde eskiye dair sohbet bu kısa sekteler ile beraber uzadı gitti. Genç adam ilgiyle dinliyordu anlatılanları ve hikâyenin ne zaman günümüze geleceğini sabırla bekliyordu. Yaşlı adam mutlu günlerini uzata uzata anlattıktan, söyleyecek başka bir şeyi kalmadıktan sonra çocuklarının evlenip gittiğinden karısıyla baş başa kaldığından ve uzun bir zaman önce de onu kaybettiğinden; sohbet başındaki neşesinden uzak, istemeyerek, kısaca bahsetti ve çocuklarını anlatmaya başladı. Nereyi okuduklarını, ne yaptıklarını, kaç para kazandıklarını, torunlarını, sohbetin başındaki şevkiyle anlatmaya devam etti.
Polis aracı evin önüne gelip durduğunda Genç adam hatırasından uyanıverdi. Evin kapısı bahar günlerindeki cıvıl renklerinden uzak, karlarla örtülü; aynı yerinde duruyordu. Araçtan polislerle beraber inen haciz memuru, kapıya yanaştı, üstündeki numarayı okudu; burasıydı. Genç adam, polisler ve haciz memuru kar kaplı bahçede tekin adımlarla eve doğru ilerlediler. Yaz aylarında dibi buram buram kokan ceviz ağaçları ve dallarının arasından gökyüzünün sıcacık mavisi sızan elma ağaçları şimdi acınası haldeydi; kar sararmış yaprakların, çürümüş meyvelerin, çıplak kalmış dalların üstüne serilmiş; sıcak güneş, huzur dolu ılık yeller parıltılarıyla ve kokularıyla beraber eski günlerde kalmıştı.
Polisler, başlarında dikilen aceleci memur ile beraber kapıyı birkaç kere çaldı. İçerden herhangi bir ses gelmiyordu. Genç adam tütmeyen bacaya rağmen içini kaplayan hüzne, gözlerini dolduran yaşa aldırış etmeden, “Ağır işitir o, cihazları kulağında değildir bir daha çalın ne olur, duyar şimdi!” diye seslendi kapıdakilere. Dayanamadı, buzla kaplı merdivenlere aldırmadan kapıda bitti: “Muzaffer Dede, Muzaffer Dede!” Polis, genç adamı geri çekip eskimiş kapıya omuz attı, çürümüş kapı tek hamlede açılıverdi. Polisler ve haciz memuru vakit kaybetmeden soluğu evin içinde almışlardı, genç adam ise kapıda öylece kalakaldı, içeri girmeye cesareti yoktu, daha fazla dayanamadı ağlamaya başladı. Kendini güç bela ikna edip yavaş adımlarla her adımda biraz daha fazla çekinerek içeri girdi. Odaların içinde gezinen polislerin ayak seslerini ve aralarındaki konuşmalarını duydu: “Arabadaki telsizden merkeze haber ver, bir ölü. Bir de ambülans yollasınlar buraya.”
Genç adam birkaç kez yolda düşmüş olsa da sokağın başını, birkaç saattir devam eden tipinin içinde görür gibi oldu sonunda. Yol boyunca zihninde polis aracına binmesiyle başlayan mizansen en ücra detayı bile gözden kaçmaz şekilde kurgulanıp durmuştu. Yalnızlığın derin boşluğuna terk edilişi, eski günleri içinde yaşamaya mahkûm oluşunun sebebi olmuş Muzaffer Dede’nin aylar önce ölmüş bedeninin, ödenmemiş bir fatura sebebi ile bulunuşu mu daha acıydı, yoksa en ufak insanlık duygusundan yoksun, ölümü umursama sorumluluğundan bihaber bir şekilde antika eşyaları yamyam bakışlarla süzüp not alan Memur’un yarattığı durum mu, bilememişti. Yolda Sibel’i de görmüştü. Seneler öncesinde kalmış günler, en son aylar önce gördüğü yüzüne bakmasına rağmen canlanmamıştı bu sefer zihninde. İşitilen, sarf edilen sevgi sözleri de, vaatler de, müstesna roller sıfatlar da bir yıl önce evlendiği belediye şefi kocasını da yanında gördüğünden midir bilinmez, o an önemsiz gelmişti.
Paketindeki son sigarayı çıkardı boş paketi atmak üzere çöpe yöneldi ve yakmadan aklına takıldı; araçtaki kimse neden ismini hiç sormamıştı ve önünde duran çöp konteynırının dibinde, üstü karlarla kaplı köpek neden yatıyordu?
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder