11 Haziran 2016 Cumartesi

Düğün











Yamalı, çukurlu, tümsekli dar asfalt yol, ilçeden köyün mezarlık kısmına kadar birkaç viraj dışında neredeyse dümdüz geliyor, eski asırlık mezarlığın yakınlarında köy evlerin kerpiç duvarları arasında kıvrılarak uzaklardaki diğer köylere doğru salınıp gidiyordu. İlçe yönünden köye yola çıkıldığı vakit sıcaktan pişen asfalt sebebiyle köyün, yolun ucunda dikilen silik renkli çehresi, sıcaktan erir ya da bulanık bir rüya içinde kaybolur gibi gözüküyordu. Köy kahvesinin söğüt gölgeli avlusunu çevreleyen taş duvarın dibinden başlayıp, eski insanların gaz lambalı sofralarda küçüklere hakkında masallar anlattığı uzak dağlara kadar uzanan tarlaların birçoğunda yılın hasadı kaldırılmıştı; ekinler toplanıp çuvallanmış, saplar balya haline getirilip samanlıklara dizilmişti. Manzarayı bozan tek tük akıbeti belirsiz tarla hariç şimdi tüm bu çıplak arazide yeni sarf edilmiş insan gücünün o emek kokulu dumanı, bitirilmiş bir ödevin huzuru ve ödüllendirilmiş bir özverinin bereketi ile beraber toprağın üstünde taze tütüyordu.

Yaz sonlarına özgü bir neşe vardı ağır çatıların, kiremit damların üstünde süzülen havada. Her yaz gibi bu yaz da tarla işleri bittikten sonra girilen tatlı telaşenin içindeydi köy son birkaç haftadır. İlçedeki tarım kooperatifinin, dönemlik kullanım için köye açılmış küçük ofisi ile bitişiğindeki muhtarlık binasının önünde kalan geniş düzlükte birkaç gündür olduğu gibi gene bir düğünün hazırlıkları vardı.
İlçeden tutulmuş müzisyenler, muhtarlığın alandan yüksek geniş eşiğine enstrümanlarını ve ses sistemlerini kurmuşlar, düğün için öğle namazından sonra dağıtılan yemeklerden kendilerine ayrılmış olanları gölgenin serinliğinde iştahla yiyorlardı. Yine ilçeden kiralanmış bir nikah pisti, başında çabalayan birkaç usta ile çıplak güneşin altında kurulmaya çabalanıyor; köyün yaşlıları da güneşin altına bırakılmış onlarca sandalyeden kavak ağaçlarının gölgeli dibine çektiklerinin üzerinde işçileri, müzisyenleri, ofisin merdivenlerinin ilerisinde oyun oynayan torunlarını, gelip gidenleri izliyordu.

Koşuşturmaca akşamüstüne kadar kah hızlanmış kah duraksamış devam edip sürmüştü. Yazın bitmesiyle beraber geceleri ara ara yağmaya başlayan yağmurlar bile her ihtimale karşın düşünülmüş, ilçeden getirtilen dört direk, düğün alanının çevresine konuşlandırılmış, üstüne atılacak geniş branda hazır duruma getirilmişti. Akşamüstünün yaklaşmasıyla beraber, aylar öncesinde seçilip hazırlanmış ve haftalar öncesinde dağıtılmış davetiyeler kabul buyurulmuşçasına konuklar bir bir kır alanın girişinde belirir olmuştu. Sandalyeler bir bir dolmuş, çimenlerin üstünde öğleden beri hüküm sürmüş sıcak sessizlik, yerini serin bir sohbet uğultusuna şen nidalara selamlaşmalara sarılıp öpüşmelere, hayır temennilerine bırakmıştı.

Köyün uzaklarında yankılanan konvoyun korna sesleri yavaş fakat emin köye doğru gittikçe yükselerek yaklaştı sonra da düğün alanının girişinin uzağında araçlar belirdi. İlçeden getirilen fotoğrafçı ve kameraman düğün evinden başlayan bu konvoyun en önünde gitmiş, tüm bu anı ölümsüzleştirmişti; alana ilk varan da onların aracı oldu. İkisi de makineleri ellerinde araçlarından inip hali hazırda birkaç dakikaya gelecek konvoyun alana girişini kaydetmek için hemen hazırlandılar. Kısa bir zaman sonra da önce gelinle damadın çiçeklerle, pür renkli kurdele, bandaj ve tüllerle süslenmiş düğün arabası, sonra da yakınlık derecesine göre sıralanmış gelinle damadın yakınlarının araçları girdi alana. Düğün sahibi anne ve baba, konvoyla gelenleri alanın girişinde karşıladı. Önce alkışlarla, konfetilerle araçlarından inen çiçeği burnunda genç çifti öptü kokladı anne baba, ardından da tüm konuklar ile sırayla selamlaştılar, öpüştüler, karşılıklı hayır duaları edildi ve düğün başladı.

Müteessir Efendi de gelinin uzaktan akrabası olarak düğünün konuklarından biriydi. Konvoyla beraber gelmiş, alana annesi ve babası ile beraber giriş yapmış, gençliğinin ispat edilmesi gereken döneminde üzerine yapışmış çocukluğundan sebep ne yapacağını bilemez halde annesinin yanına oturmuştu. Başlayan yüksek ses geleneksel müzik akabininde oynanan oyunlar onu biraz rahatsız etmiş gibiydi. Düğün başlangıcı dağıtılan adi kuruyemiş ve içecek de bu rahatsızlığını pek teselli edecek gibi değildi hani. Annesinin gençliğinin zamandan bağımsız tecellisi asil hatlı yüzü mutsuz, solgun kadınların bulunduğu alandan babasının bulunduğu erkekler alanına dönüp duruyordu. Gülen eğlenen insanlara tutturduğu kronik tiksintisinin tekerrür ettiğini geçirdi içinden. Etraflarını genişten çevreleyen sandalyelerin etrafında danslarını tamamlayan gelin ve damadın nikah pistine geçmesine mukabil alanı dolduran yaşıtı bir sürü kızın kendisini süzen gözlerini bu tiksinti perspektifi anlamlandırmaya başlamıştı. Süslü püslü giysiler, makyajlar yapılı saçlar ve bir sürü mimik şimdi sadece samimiyetsiz acınası ucuz birkaç et parçası üstünde hayat bulmuş gibi geliyordu. Gözü tüm bu şen naraların atıldığı, bedenlerin bir oraya bir buraya özünden gelen doğal bir fütursuzlukla sallandığı dans alanının arkasında, öğlen dağıtılan yemeklerin plastik artıklarının istiflendiği çöp poşetlerine ilişti. O an sinekler de tıpkı dans alanındaki manzara gibi çöpün etrafında bir curcuna, birbirleri peşi dönüp duruyorlar gibi geldi Müteessir Efendi’ye.

Tüm bunlardan bunalıp nefes alamaz olduğunda annesini sıkıca bir yere gitmemesi konusunda tembihleyip sigara içmeye çayır düzlüğü çevreleyen kavakların altına gitti. Kavakların arkasından akan ince çayın şırıltısını saatlerdir kulağını tırmalaya gelen müzik gürültüsünün içinde ayırıverdi. Alanı aydınlatan spot ışıklarının ışığının vurmadığından karanlıkta seçilmeyen söğütlerin serin yellerle sallanan dallarının hışırtısından varlığını andı. Çekirgelerin ve kurbağaların sesleri, envai çeşit ağaçtan gelen yaprak hışırtıları ve tüm bunlara eşlik eden çayın şırıltısı, ince rüzgarın uğultusu… Ne kadar yazıktı bu münasebetsiz ses kirliliğinin doğanın ahenkle tekvin ettiği tüm bu mukaddes nameleri hunharca bastırması.

Tüm bunları içinden kaçtığı insan kalabalığına dönük zihninden geçirirken boğucu müzik gürültüsünün altından kulak kabartıp ayıkladığı doğa seslerinin içinde başka farklı iki ses daha duyumsadı sonra. Bilinçaltında, kendisine dostane olduğu meçhul bir his onu bu sese dikkatini çekmişti sanki. Seslerin geldiği yöne arkasına döndü, çayın öte tarafından geldiğine emin gibiydi. Görüşünü düzeltmek için birkaç adım attığında uzağında, düğünün ışıklarının vurduğu alacalı karanlığın içinde köyün gençlerinden birisi gözüne ilişti. Ardındaki çalılardan ve onların önündeki akasyanın gövdesinden çocuğu gördüyse de gelen seslerden ve çocuğun hareketlerinden konuştuğunu çıkarımladığı kızı bir türlü seçemedi. Geri kalabalığa döndü sonra, annesi aklına geldi. İçinde bir sorumluluk duygusu yaptığı bu amaçsız iş sebebiyle kendisini payladı, hızlı adımlarla dans edip duran kalabalığa doğru yürüyüşe geçti.

Seyirlik sandalyelerin arasında annesine ilerlerken isminin bozuk bir şive ile söylendiğini işitti o yöne döndü ve kendisine bakan yaşlıca iki kadınla göz göze geldi. Tuhaftı, kadınlardan birisi daha önce hiç hissetmediği bir hissin tezahürüne sebep olmuştu. İçinde tasvir edemediği bu garip hisle kendisine gülümseyen bu kadının yanında aldı soluğu. Kadın anaç bir ifade ve bunu destekler sesle “Beni hatırladın mı?” diye sordu Müteessir Efendi’ye. Müteessir Efendi, o an anladı ki içindeki bu tasvirden mahrum his, kadını köyde kaldığı o çok eski çocukluk günlerinde görmüş olmasından sebepti. Yüzünü onun da bir gülümseme aldı, kadınınki kadar samimi değildi ama olsundu. “Köye geldiğimizden beri bazı kişileri görünce içimde tanıdığıma dair bir his oluyor teyze, fakat çok küçüktüm bırakın hatırlamak tanıyıp tanımadığımdan bile emin olamıyorum o an.”

“Ya, bilmez miyim yavrum, el kadar çocuktun. Anne, anne; baba, baba diye gezer dururdun babaannenin yanında. Bir daha da hiç görmedik seni zaten köyde, haberlerini aldık; tahsilindeki başarılarını, okuduğunu ama hiç görmedik. Nasılsın iyi misin?”

“İyiyim teyze, okuyorum. Az kaldı okulumun bitmesine.”

“Oku yavrum oku, çok akıllı çocuktun ta o zamanlardan belliydi. O zamanlar hemşirelik okuyan kızım vardı ara ara o ilgilenirdi senle. ‘Bu çocuğun cümleleri konuşması diğer çocuklar gibi değil.’ derdi hatırlarım. Diğer çocuklarla anlaşamaz gider kendin ötede kendin oynardın. Oku. Anneni pek çökmüş gördüm oğlum ama. Nesi var? Hasta mı?”

Müteessir Efendi bu cümlenin ardından bir anlık ne diyeceğini bilemedi. “Unutkanlık, dalgınlık gibi bir şey teyze.” dedi. Duraksadı, bu kadına karşı savunmaya geçmek gereksizdi “Erken bunama gibi bir şey.” dedi pek de ehemmiyete yer vermez perdeden. Morali bozulmuştu bu soruyla, kadın da onun tadının kaçtığını fark etti. Müteessir Efendi resmi bir vedayla kalktı yanlarından ve soluğu annesinin yanında aldı. Boş sandalyeye oturdu, fakat içindeki üzüntü zerre geçmemiş aksine artmıştı. Gözleri dolar gibi oldu, annesi kendisi de dahil bu durumdan ve tüm her şeyden bihaber duruyordu orada. Ne olup bittiğini hakkında bile muhtemelen fikri yoktu, çocuk gibi elindeki çerezini yemekle meşguldü. Omuzlarının boynunun duruşu bir an öyle acı geldi ki Müteessir Efendi’ye. Sanki bu durumu hissetmiş gibi bir an kendisine döndü annesi. Müteessir Efendi gülümsedi; annesi de ona gülümsedi, sonra geri çerezini yemeye koyuldu.

Düğününün geri kalanında Müteessir Efendi’nin zihni her zaman yaptığı gibi nedensellik ilkesi çerçevesinde olan biteni, tıpkı birbirine düğümlenmiş ipleri takip edercesine farklı zaman aralıklarında gezinerek çözümlemeye uğraşmakla meşgul oldu durdu. Gözleri bu iş sırasında hareketlere tepkili öyle devinip duruyordu. Bu kendi iç dünyasına ruhani bakışı taklit eden, dış dünyaya öylesi bakan gözleri hayatında pek az karşılaştığı bir duruma vesile oldu. Bu, birbirinden tamamıyla farklı, zıt iki dünya gördüğü bir figürle, dans eden bir kızı görmesiyle aynı anda tepki vermişti. Yüzüne şöyle alelusul bir bakış attı Müteessir Efendi ve sonra siyah elbisesine dikkat kesildi. Kızın üstünde gördüğü elbise, o elbise miydi? Bel kısmındaki tokayı, etek kısmındaki ince detayları işlemeleri dikkatle gözden geçirdi. Şüpheye yer yoktu, o elbiseydi.



Annesine düğünde giyecek elbiseler almak için iki gün öncesi ilçeye gitmişlerdi. Annesinin yarı meczup hali sebebiyle elinden tutmuş, dükkana sokmuş bir şeyler beğenmesini istemişti, fakat bu temennisinin nafile olduğunun pek ala farkındaydı. Müteessir Efendi annesinin şahsı adına harcamalardan kaçışını yıllarca kanaatkar bir yapı, fedakar bir anaç mizaç olarak okumuştu -her ne kadar bu durumun alenen ortaya çıktığı anlarda rahatsızlığını dile getirse de hem kendisine daha fazla harcama yapma imkanı doğduğundan hem de kendisi için yapılan fedakarlığın verdiği değerlilik hissinden bu durumdan gerçekten rahatsız olup olmadığı meçhuldü- fakat annesinin bu tutumumun kendi şahsına dönük imgesel bir cezalandırma yöntemi olduğunu fark edememişti. Yaşamın kendisini aciz bırakışına kendi kendini daha da aciz bırakarak hayatın kendisine acılar talihsizlikler vasıtasıyla değersiz bir rol biçişine kendi kendisine daha da değersiz bir rol biçerek tepki vermişti annesi. Tüm bunları Müteessir Efendi yıllar sonra okuyabilmişti ama her şey için elbette çok geçti. Bu sebeple annesini kıyafet beğenmesi değil kıyafet alması için pek emrivaki bir şekilde dükkâna götürmüştü. Dibine düşüp reyonlar arası gezindirdiği annesi kıyafetlere bu zorlamanın verdiği isteksizlikle bakmış olmak için bakıyor, oğlunun sıralar arasından çıkardığı elbiselerin her birini aynı şevksiz bakışlarla süzüp işin içinden çıkamayınca kıyafet almak istemediğini buna gerek olmadığını tekrar tekrar belirtiyordu. Tüm annesinin kırılmaz kararlılığı, çetin istemsizliği ile uğraşması yetmezmiş gibi bir de dış faktörlerle de uğraşıyordu Müteessir Efendi. Malum düğün sezonu sebebiyle dükkan hiç olmadığı kadar doluydu; reyonlar arası süslü püslü elbiseler arayıp duran yaşıtı genç kızlar, anneleri, reyonları düzelten kadın görevliler ve çalışanlar Müteessir Efendi’nin annesiyle yaşadığı bu diyaloglara şahit oluyor bu durum Müteessir Efendi’yi daha da sıkıp bunaltıyordu. Bir aşağılık kompleksi benzeri durumdu doğrusu Müteessir Efendi’nin yaşadığı; annesine ve kendisine yönelen bakışların altında içeriği, tonu fark etmeksizin sadece bunu okuyordu o an.

Müteessir Efendi işin böyle olmayacağını anlayınca annesini kendisi için seçip beğendiği uygun bedenlerini bulduğu kıyafetleri denemesi için kabine götürdü ve kapının önünde beklemeye karar verdi. Diğer kabinlerdeki kadınların dışarı çıktığında rahatsız bakışlarına üstlendiği sorumluluk duygusuzun kayıtsızlığıyla cevap verse de yetmedi, uyarıldı ve dışarı çıkmak zorunda kaldı. Kötüydü kabinden çıktığında annesi ne yapacağını bilemeyecek oğlunu aradığını gören bir kadın ona acıyacak ve yanına getirecekti.

Beklerken düşündü Müteessir Efendi; her şey böyle nereye kadar gidecekti ki? Kendi hayatına dair edindiği tüm olumsuz edinimler bir bir omuzuna bindi o an. Mutsuz bir evlilik yapmış iki ebeveyn ile geçirilmiş sorunlu bir çocukluk, hayata dair edinilmiş küçük yaşta olumsuz fikirler, erken gençlikte tüm bunlar ışığında yaşanılmış aldatılmalar ve tüm bunlara sebep oldukları yetmezmiş gibi tüm sorunları bırakıp anne ile babanın hala dolaylı yoldan dibe çekişine katlanmak… Tüm bunlar ne içindi? Yıpranmış bir varoluşun içinde geçen geçmişi ışığında önünde dikilen aidiyetsizliğe mahkum yaşama katlanmak niyeydi? Tüm bu durumuyla onu sevse sevse Elfin sevebilirdi, fakat bu Elfin; o yıllarca kurulmuş hayallerden öteye geçebilir miydi ki? Müteessir Efendi kendisine bu soruları yöneltirken önünde durduğu reyonun arkalarındaki bir kıyafet dikkatini çekti. Etrafına bakındı kalabalık dağılmış gibiydi, usul yaklaşıp kıyafeti ara ara göz ucuyla süzmeye koyuldu daha sonra da dayanamadı çıkarıp uzun uzun baktı. Ardından elinde tuttuğu kıyafetten gözünü alıp tüm reyonlara şöyle bir seyre koyuldu ve dükkandaki tüm kıyafetlerden farklı durduğunu idrak etti. Diğer kıyafetlerdeki beğenilme hevesi o elbisenin kumaşının ilmiklerinde kendine yer bulamamıştı. Parlak albenili renkler yerine siyahın resmi ve soğuk bir tonu asilce göz dolduruyor; kumaşındaki zarif ve mütevazı motifler sadece çok yakından bakıldığında görülebiliyordu. “Elfin,” dedi içinden, “şu dükkânda alsa alsa bu kıyafeti beğenip alırdı.”

Annesi deneme kabinlerinden seslenince tüm bu düşler arkasında bıraktığı elbise gibi yarıda kaldı. Kıyafetler kasaya ödenildi, ilçeye dönüldü, gün bitti fakat elbise ve elbisenin içindeki Elfin’in o içinde hayata dair tüm ağır anlamları olgun bir metanetle zikretmiş bir ifade barındıran gözleri, bu gözlerle anlamlanmış asil ifadeli soğuk sevimli sade yüzü dağınık imtinadan esirgenmiş saçları hayalinden bir türlü çıkmadı.

Müteessir Efendi, birkaç gün önceye dair bu hatıralarını arkasında bıraktığında Elfin’i kanlı canlı bir şekilde birkaç metre ilerisinde kendisine yakışır bir usturupta dans ederken buldu. Onu hayranlıkla ve bir sürü hayalle beraber izlemeye; kendi içinde yaptığı çıkarımlardan sebep tahminler doğrultusunda tanıdığı ve elbise vasıtasıyla diğer insanların arasından ayrımsadığı bu özel kişiyi incelemeye başladı. Etrafındaki insanlarla beraber güle oynaya dans eden Elfin belliydi ki kendisinden çok daha güçlü, kendisinin haiz olduğu değerlere çok daha hakim bir yapıdaydı. Müteessir Efendi’nin yıllar boyu bir gram ilerleyemediği en büyük sorunu belliydi ki Elfin için yıllar öncesi arkalarda kalmıştı: Her şeye rağmen hayata uyum sağlayabilmek. Müteessir Efendi’nin de bu konuda bir sürü fikri vardı elbet. O da hayatın kendisine öğrettiği tüm ağır bilgilerin bir yük yerine kendisine azim verecek hafiflik olması konusunda Elfin ile mutabıktı; ama karşısında mukavemet gösterilmesi zor bu gücün ortaya çıkması için bir şeyler hep eksik kalıyordu. Elfin ise ondan daha güçlüydü, bunun için hiçbir şeye ihtiyaç duymamıştı. Müteessir Efendi’ye öyle geldi ki Elfin kendisinin hayata dair edindiği tüm fikirleri dahası erdemli, kudretli, asil insan olma emelini ondan çok daha ileri bir seviyede içselleştirmişti. Bunlardan aldığı güçle hayatına devam ediyordu. İlk baktığında kendisine yakıştıramadığı mütevazı mizaca uymayan makyajı, dansındaki füturdan yoksunluk, mimiklerinden sonradan okuduğu ben sevgisi ve pür neşe bu sebeptendi. O ise kendisi gibi bir Elfin beklemişti o elbisenin içinde. Durgun, sakin; gözlerinden yılgın bakışların ardında özverilere hazır tutkulu yapının okunduğu, yüz hatlarından hayata dair özü kaynaklı beklentilerin ve edindiği tüm değerlerin kendini güçsüz yalnız bırakışın serenat gibi mırıldandığı bir Elfin. Tüm bunlar doğrultusunda karşısındaki canlı Elfin’e her dakika daha da hayran kalarak her saniye biraz daha içinde ona içinde biat ederek bakmaya başladı.

Birkaç dakika sonra Elfin de onun bakışlarına gözlerinde ışıl bir ifade dudaklarında tatlı bir gülümseme ile cevap verdi. Müteessir Efendi bu gülümsemeyi Elfin’in kendisini tanıması, yıllardır aradığı o doygun tok mukaddes mizacı okuması olarak yorumladı. Onunla ne yapıp edip tanışmalıydı bu gece ve dünya üstündeki her şey o eksik anlamına sonunda kavuşmalıydı.

Müteessir Efendi Elfin’le konuşmak için onu diğer insanlardan ayırt edebilmesini sağlayan elbiseye benzer bir uhrevi işareti, sanki olacağı önceden belliymişçesine emin bir şekilde saatler boyunca sabırla bekledi. Epey bir süre sonraydı ki Elfin, oynadığı oyunlar ardından oturup dinlenmeye koyulduğu yerinden kalktı, yürümeye başladı. Kalabalıkta karşısına çıkan birkaç kişiyle ayaküstü selamlaştıktan sonra etrafını kolaçan edercesine anlık seyre koyuldu ve ardından hızlı adımlarla kavak ağaçlarının olduğu yere doğru yöneldi. Müteessir Efendi o an Elfin’in kendisi ile rahatça görüşebilmek, kendisinin beklediği o tesadüfü kendi elleriyle yaratabilmek için oraya gittiğini anladı. Ayağa kalktı fakat Elfin’in ilerlemesini bekledi, ardından gitmesi pek uygun olmazdı. İçinde mutlulukla harman olmuş uçuk bir heyecan hissetti o an. Kalbi hiç böylesi atmamış gibiydi, ayakları ona öyle geldi ki o an sadece ikisinin nefes alıp verdiği bir yeryüzünün üstünde ilerliyor, zaman o an sanki öncesi hiç olmamış ve sonrası da hiç yokmuşçasına varlığını sürdürüyordu.

Müteessir Efendi arkasında bıraktığı düğün alanından gelen müzik sesi ve geceyle beraber çökmüş o en ufak çıtırtıyı dahi köyün öte uçlarına kadar taşıyan sessizlik kendisine eşlik ederken taş duvarla örülmüş avluların arasında kalan toprak yolda ilerliyordu. Köy çeşmesini geçerken aklına gelen küçüklüğü, tüm bunların bu noktaya gelişinin baştan verilmiş bir işareti gibi geldi o an. Ne kadar garipti; tüm o yıllar boyu çeşme hep akıp durmuştu hayatın kendisine yaklaşımında ise hiçbir değişiklik olmamıştı. Aklındaki o taze görüntü, Elfin’i söğütlükte gördüğü manzara geldi. Durumun kendisi açısından aciziyet boyutunu olayın tazeliğinden sebep idrakten mahrum olduğunu fark etti. Zamanla deşip kendisine yeni acınası vaziyetler bulacağı bir hatırası daha olmuştu. Söğütlükten dönerken yol boyunca, annesinin; kendisindeki aciziyeti ayna gibi yüzüne vuran ben şuurunu yitirmiş müşkül bedeni yanına oturduğunda, dans etmeye devam eden bedenleri dakikalarca tekrar seyrederken ve en son dayanamayıp dolu gözlerle düğün alanını terk edip yola koyulduğunda attığı her adım boyunca Elfin’in o görüntüsü mevcudiyetinin vaziyetinin ne kadar acınası olduğunu yüzüne vuran onlarca anıyla beraber zihninde dönüp durmuştu. Şimdi ise koca bir anlamsızlık kalmıştı elinde. Bununla beraber gece karanlığında yürümeye devam etti; yüzündeki dünya üstünde canlı, cansız, iyi, kötü, masum, kirli, güzel, çirkin, temiz, pis, mantıklı saçma her şeye her nesne ve canlı ve kavrama eşit miktarda duyduğu ve hiç var olmamışçasına yok olma isteğinden başka hiçbir şeye evirilmez o tiksintisi tüm düşüncelerinin üstüne harmanlandı. Adımlarını hızlandırdı; babasının düğünde sıktığı tabanca her adımıyla belinde sallanıyor, eğrelti yerinden düşecek gibi oluyordu. Az önce atılan havai fişeklerin parlak aldatıcı renkte ışıltıları kısa süreli tabancanın kara demir yüzeyinde parıldamıştı; şimdi ise o ışıltıların yerinde Müteessir Efendi’nin kadim dostu ay ışığının kudretli, soğuk ışıltısı vardı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder