11 Haziran 2016 Cumartesi

1216









Gözlerini, uyuduğu derin uyku sonrası araladığında kendini nerede olduğunu dahi idrak edemeyeceği koyulukta bir karanlığın içinde buldu. Ne zaman uyuya kalmıştı, bu derin uyku ne kadar sürmüştü; hiçbir fikri yoktu. Alabildiğine bir karanlığın içinde, ağır bir sessizlik ile beraberdi sadece.

Zihninin kendine gelmesi için biraz beklemek iyi bir fikir gibi gelmişti; uyku mahmurluğunu üzerinden atacağını, gözlerini kapatıp bir süre bekleyip yeniden açtığında her şeyin yoluna girmiş olacağını umut etti. Fakat geçen sürenin ardından ne yeni bir şey hatırlayabildi, ne de gözlerini açtığında karanlıktan başka bir şey görebildi. Bir şey hatırlamamıştı bu zihin imtihanıyla belki fakat hatırlayamadığı tek şeyin uykusunun süresi ve zamanı olmadığını fark etmişti, bu da bir şeydi. Öyle gözüküyordu ki kim olduğunu, başına neyin geldiğini de bilmiyordu; kendisi hakkında endişeye kapılmaya başlamıştı. Bir ara tedirginliğinden kalkmak istediğinde fark etmişti ki hareket kabiliyetinde de bilemediği bir sıkıntı vardı. Bu problemi anlayabilmek için içinde peyda olan paniği güç de olsa yenip sakinleşti ve korkusu el verdiğince ufak kıpırdanma teşebbüsleriyle kendini denemeye koyuldu.
Durum farksızdı. Elleri, kolları, bacakları, tüm bedeni sanki onu işitmiyor gibiydi, varlıklarını hissediyordu ama bu hiçbir şeyi değiştirmiyordu.

Bu derin sessizlik ve karanlık içinde insan düşünmekten kendini alıkoyamıyordu doğrusu. Durumu ile ilgili bir sürü teori kurmuştu zihninde. Belliydi ki ortada olağanüstü bir durum vardı. Hasta olabilirdi; belki de şuan bir hastane yatağında başında göremediği ve duyamadığı cihazlar ile zihni yarım açık öylece yatıyordu. Eğer durumu böyle ise idi, belki de yanı başında durup elini tutup sağlığına kavuşması için dua eden sevdikleri ile beraberdi şuan. Bunu düşünmek, içinde bulunduğu durumun kendisini kasvet içinde bırakan bunaltıcı ruh halini biraz dağıttı, neşelenir gibi oldu. İçine yerleşen bu eğreti neşenin yerini endişenin alması ise pek kısa sürdü. Peki ya, durumu böyle değil ise idi? Hem, kendisinin içinde bulunduğu durum, böyle iyimser düşlere ne kadar elverişliydi ki? Ne hareket edebiliyor, ne konuşabiliyor, ne de kendine dair bir şey hatırlıyordu; görme, işitme kabiliyetinden şüphe ettiren zifiri karanlığın içinde en ufak sesten mahrum ve nerede olduğunu dahi bilmez bir halde öylece yatıyordu nihayetinde.

Zaman kavramı, durumu fark etmesinin üzerinden geçen birkaç saatle birlikte artık anlamını yitirmişti. Uyanmasının ardından birkaç saat mi, yoksa birkaç gün mü geçmişti bilemiyordu. Artık düşünceler zihninde kontrolden uzak bir şekilde savrulup duruyordu. Histerik bir ruh hali gibiydi bu; bilinç, açık ile kapalı arası bir çizgide seyrediyor, zaten karmaşık olan her şey, her geçen saniye daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Acaba baştan beridir bir rüyanın, kötü bir kâbusun içinde miydi, yoksa uyanıktı ve her şey gerçekti de, içinde bulunduğu durum sebebiyle düşünceleri geçen süreyle beraber bu hali almıştı?

Bu tahayyül edilemez durumunun içinde her an bulanık bir denize dönmüş zihninin daha sisle kaplı, daha tekinsiz uçlarına doğru istemsiz bir şekilde sürüklenip durdu: ta ki bir ses duyduğu o ana kadar. Ufak bir tıkırtı sesi gibi bir şeydi; ardı arkası da gelmemişti ama işittiği bu ufacık ses, bir anda tüm duygularının saklı olduğu his âleminden içeri büyük bir gürültüyle girdi ve gözlerinden; korkunun, sevincin, heyecanın ve paniğin birbirine girdiği karmakarışık yaşların boşalmasına sebep oldu. Zinciri boşalmış bir köpek gibi sevincinden ne yapacağını bilemez halde ve içi içine sığmaz bir heyecanla olduğu yerde kaskatı kesildi. En ufak bir hareket etmeye teşebbüs edemez, konuşmayı hayaline bile getiremez haldeydi heyecanından. Sanki ilk kez duyuyormuş gibi hissetti kendini, karanlık dağılmamış ya da zihnine herhangi bir şeye dair en ufak yeni bir fikir gelmemişti ama olsundu.

Sesin, kendisini sabırla beklediği uzun zamanın ardından arkasının gelmesi ile beraber yüreğini hoplatıp duran kontrol edemediği sevincini bastırıp, pamuk ipliğine bağlı bir usturupla işittiklerine kulak vermeye koyuldu. İnsani bir sesti bu sefer kulağına gelen. “1219, evet doktor 1219 demişti,” diye bir erkek sesi işitti, bir kapı gıcırtısından sonra. Ardından plastik bir tekerin, zeminde dönüşünün çıkardığı ses ve bu sese ritim tutan adım sesleri geldi kulağına uzunca bir vakit. Tekerin, yavaş süratiyle ilerlediğini, fayans aralıklarına çarptığını ve her dönüşünde kendisine doğru biraz daha yaklaşıyor olduğunu idrak etti, ona eşlik eden adımlar ise düzenliydi. Sesler, kendisine epey yaklaştıktan sonra kendisini es geçip geldikleri yönde hareketlerine devam etti ve bir süre sonra durdu. “Açalım abi,” diye bir ses işitti sonra, yine aynı boğazdan çıkmıştı; mutsuz, yılgın bir tınıdaydı. Ardından birkaç metalik ses silsilesi gümbürdedi kulağında, patırtı gibi bir şeydi ve akabininde bunu bir sürgü sesi izledi. Peşinden insani gayret sesleri, tedirgin küçük ayak hareketleri ve insani gücü andıran gayri ihtiyari sesler. Sonra tüm bu sesler peyda oluş sıralarının tersine tekrarlandı. Önce tekrar sürgü sesi sonra tekrar metalik gümbürtü sesi; sonrasında ise teker ve ona eşlik eden adımların tıkırtıları; sonrası ise kendisini yine kapanına kıstıran o koca sessizlik ve karanlık.

Fakat bu sefer elinde zihnini oyalayabileceği bir sürü şey vardı. Artık bu karanlıkta o bomboş dipsiz ücra zihni ile bir başına değildi. Düşünüp kafa yorabileceği, zamanı geçirebileceği, daha da önemlisi ümit ettiği üzere yorumlamaya çalışıp nerede ve nasıl olduğu hakkında fikir edinebileceğini umduğu bir şeyler vardı elinde. Yalnızlığının etkisinden midir bilinmez önce hepsi hep beraber zihnine bir anda üşüşüverdi; tekerleğin sesi, konuşmalar, gıcırtı ve patırtılar ve adım sesleri intizamdan uzak bir şekilde aynı anda zihninde dönmeye başladı. Kontrolünden çıkmış sesler ve seslerin zihninde canlandırdığı görüntüler dolayısıyla sesleri ilk duyduğunda zihninde canlanan köpek yine gözünün önüne geldi. Yine aynı köpeğin durumuna benzerdi durumu; uzun zaman açlık çekmiş bir köpeğin, bir anda karşısına çıkmış bir sürü kemikle imtihanı gibiydi durum. Sevincinden, kontrolünü kaybettiği kuyruğu bir o yana bir bu yana şuursuzca sallanan, ağzından akan salyalarıyla hangisini dişleyeceğini şaşırıp ağzındaki kemiği yarım bırakıp diğerine sonra da bir diğerine giden meczup bir köpek.

Durumunu tasvir için zihninde canlanan bu mizansen içini acıtmıştı. Fakat gariptir ki bu acı, sesleri duymasıyla beraber kontrolünü kaybettiği duygu dünyasının kendisini bir o yana bir bu yana yaprak gibi savuran esintilerinin tesirinden kurtarmaya da vesile olmuş gibiydi. Vakur bir ruh hali içinin acısına müteakip üstüne yerleşti; sesler ve seslerin zihninde canlandırdığı görüntüler dizgine gelmişti. “1219,” dedi içinden. Bu dört rakam neyi ifade ediyor olabilirdi ki acaba? Bir oda numarası mıydı, yoksa bir şifre miydi? Adamlar başka ne söylemişlerdi? “Doktor,” dedi bu sefer içinden. Doktor demişlerdi. Durumunu tahayyül etmeye çalışırken aklına gelen fikirlerden birisi olan hastane ihtimali görünen oydu ki gerçekti. Bu elle tutulur gerekçeleri olan varsayım, karanlığın ve sessizliğin içinde soru işaretleriyle kıvranan benliğine epey iyi gelmişti. “1219 hastane odası numarası olmalı,” dedi içinden. Muhtemelen odada kendisi ile beraber yatan hastalar olmalıydı, az önce gelen onlardan birisiydi muhtemelen. Bu çoğu şeyi açıklıyordu, teker sesleri gıcırtılar ve bunlara eşlik eden nizami adımlar.

Bu varsayımını epey bir süre kurgulayıp durdu. Karanlık, sessizlik ve yalnızlık meşgale edinebileceği sesler ile kendisini yeniden etkisine alamaz sanmıştı ama yanılmış olduğunu fark etti. Tüm bu sesleri yorumlamak ve bu yorumlar ile durum kurgulaması yapmak için sesleri işitmesinin ardından ne kadar vakit harcamıştı şimdi çıkarımlayamıyordu. Belki de günler geçmişti, belki de sadece birkaç saat. Doğrusu, birkaç dakika önce ne kurguladığını da hatırlayamıyordu. Zaman kavramından geçmiş ve gelecek silinmiş gibiydi, sadece şimdi vardı.





***



Zihninin içinde süresi meçhul kör yolculuğu sırasında bir anda kendini bir pencere pervazı önünde buluverdi. İçinde bulunduğu dipsiz karanlığın ücra bir köşesinde bir kıvılcım ehemmiyetinde ve boyutunda bir aydınlık belirmiş, yavaş ağır bir ilerleme sonrası kendini burada bulmuştu. Bir düş müydü bu, eski bir anı mı, yoksa tüm düşlerinden sonunda uyanmış bir halde gerçekliğin içinde miydi; bilmiyordu. Odanın içi, yeni batmış güneşle beraber alacakaranlık örtüye bürünmüştü; gökyüzü ise sönük, cansız, koyu bir maviyle boyalıydı. Açık pencereden içeri yönelen akşam yeli perdenin eteklerinde geziniyordu, fakat teninde de hissettiği bu esintinin gerçekliğinden yine de emin olamamıştı.

Pencereye doğru ilerledi sonra. Gördükleri; birbiri ardına sıralanmış, akşamüstü karanlığıyla süslenmiş çatıların arasında kararan bir gökyüzü, koyu sarı sokak lambalarının aydınlattığı bir sokak ve sokaktan gelip geçen tek tük insanlardan ibaretti. Araba klaksonları, nereden geldiği meçhul insani sesler ve hepsine ev sahipliği eden gündelik yaşam uğultusu, tüm bu manzarayla beraber kulağına geldi sonra. İçinde yaşanmışlık duygusu belirdi, bir aşinalık hissetmişti tüm bu gördükleri, duydukları ile beraber. Bu pencerenin önünde, bu manzarayı daha önce de izlemişti; hatırlıyordu. Odanın içine döndü; alacakaranlığın içinde orada olduğunu bildiği eski tahta sandalyesini buldu, camın kenarına çekti ve oturup hatırlamaya koyuldu.

Gündüz saatleri, güneşin çatıların arkasından çıkıp gökyüzünün tepesine yerleşmemiş olduğu bu vakitler de bu manzarayı seyrettiğini hatırladı. Gece, tüm renklerin üstünü örtmüştü şimdi belki, ama zihninde o, günışığına bezeli cıvıl hallerini anımsayabiliyordu. Tüm bu renkler belki o günkü canlılığından yoksun, solgun bir şekilde anılara hayat veriyor, birbirleriyle neşeden uzak dans eder bir halde o günü betimliyorlardı ama bu bile şükrana şayandı ona göre. Sırtlarında çantaları ile okula giden çocukların, üstlerinde iş elbiseleri işlerine giden insanların sokağın bir ucunda belirip başka bir ucundan kayboluşlarını izlediğini, tüm bunların kendisinden yıllar önce uzaklaşmış, kaybolmuş yaşamı parça parça anımsattığını canlanan geçmiş günler vasıtasıyla hatırlamıştı. Sokakta gördüğü her yaştan insan, sanki hayatının farklı bir dönemini hatırlatıyor tüm bu parça parça anımsamalar, günbatımlarında birleşip unutmaya yüz tuttuğu hayatı bir bütün olarak kendisine hissettiriyordu o günler. Penceresinin altında kesişen üç cadde yolunun biri bir okula ve diğeri de yakınlarda olduğunu tahmin ettiği çocuk parkına çıkıyordu. Parka çocuklarını götüren anneleri, aileleri izlediğini; bu seyrin kendisinde buruk fakat pür bir mutluluk uyandırdığını hatırladı.

Tüm bu anımsamalar, akşam yelinin iç ürperten soğuğunu omzuna düşmüş yitik beyaz saçlarının uçlarına buyur etmiş bir vaziyette sürdürdüğü oturmasını sürdürdüğü müddet zihninde uzunca bir vakit dönüp durmuştu. Binaların dış cephelerine vurmuş cılız sokak lambaları, karanlıkta kalmış, gölgeye esir düşmüş kesitler, ay ışığı altında derin anlamların olgun, ağır bilgeliği ile arada bir titreyen ağaç tepeleri seyri eşliğinde sürdü gitti bu düşünmeler; ta ki epey yakınlarından gelen bir feryat işittiği o ana dek. “Keşke sen kalksan da ben yatıyor olsam burada senin yerine yavrum.”, diye bir ses işitmişti. Saf ve katıksız acısı gerek sesin ağlamaktan yorulmuş tınısından gerekse gözyaşlarının yarattığı gayri ihtiyari seslerden anlaşılıyordu. “Okul kıyafetlerin dün alışkanlık elime geldi, yarın pazartesi diye, yıkamadım bu sefer kızım, kokun gitmesin istedim. Yıllarca o kıyafetleri koklamaya beni mahkûm mu ediyorsun şimdi?” dedi kadın en son. Daha sonra devamını getiremedi, kendini kaybetmişçesine ağlamaya başladı. Kadını teselli eden, yatıştırmaya çalışan ve bu hayatının belki de en acı zor anında yanında olup kendisine yardımcı olabilecek kimsesi yoktu. İşittikleri epey üzmüştü kendisini; canı epey yanmıştı, gözünden yaş gelip gelmediğini bilmiyordu ama içinde bir şeyler sadece sesin tınısının ortaya koyduğu acı ile beraber kopup gitmişti çoktan.

Kadını bir hastabakıcı çıkarıp sesler yine kesilince, zihninde çocuğuna ağlayan kadın vesilesiyle açılan o ufak kapı belirdi. Pencere pervazından izlediği çocuklar bu çağrışımı yapmış olmalı diye düşündü uzunca bir süre. Kendisi hakkında artık bir fikri vardı. İsmini hatırlamıyordu hala, zihninde de kendisine dair bundan başka süreğen bir farkındalık durumu doğmamıştı; kısa bir dönemi kapsayan ama gerçekliğini şüpheye mahal vermez bir kesitti bu. Biraz düşündükten sonra buranın bir huzurevi olduğunu hatırladı, bu anlamlandırma ile beraber hayatının bu uzun dönemi bir anda zihnini bütünüyle kaplayıverdi. Parça parça hatırlamaların dahi kendisini yorduğu, kendisine ağır geldiği bu bilinmezlik halinde bir anda bu koca yaşanmışlığın tekmil karşısında belirmesi iç dünyasını derin bir sessizliğin esir almasına sebep oldu. Karanlığın içinde epey bir süredir kovaladığı benliği ve varoluşu, büyük bir kısmı hala karanlığın diplerinde kalmış bir vaziyette de olsa karşısındaydı işte.

Duyguları, düşünceleri, üzüntüleri, sevinçleri, umutları, hayalleri, beklentileri; nefes alıp verişler, yiyip içmeler, uyuyup uyanmalar ile harman olmuştu şimdi ve canlılığına dair, karanlığın içinden geçen her an biraz daha kendisine doğru sokulan tüm şüpheler bunlarla geri gelmez bir şekilde silinip gitmişti. Aklına gelen her hatıra, bir başka hatırayı çağrıştırıp durdu bir süre; bu, aslına bakılırsa somut hatıralardan çok o hatıralar vesilesiyle o an hissedilmiş hislerin, muhafaza edildikleri yerden çıkarılıp ısıtılmaları süreci olarak gelişmişti. Tüm bunlar da kendisine vakur, ölgün bir sessizlik armağan etmişti şimdi. Buruk bir tevekkülle içselleştirilmiş, başka bir şans olmadığından şimdi acı bir gülümseme ile hatırlanan bu anılara göz gezdirdi bir süre. O günler iç dünyasında tekrar renge, cisme, mekâna, kişilere döküldü bir bir. İlk geldiği günü; düşük omuzları, yorgun yıpranmış bedeni ile odasına attığı ilk adımı hatırladı. Eskimiş küçük bir çantaya sığdırıp getirdiği birkaç kıyafetini yerleştirdiği dolabını hatırladı. Oraya birisiyle mi gelmişti, geldiyse o kimdi; hatırlamıyordu. Orayı yuvası olarak benimsemesi epey zor olmuştu. Hoş, eskiden nerede kaldığını şimdi hatırlamıyordu ama anımsadığı bu yabancılık hissine bakılırsa o zamanlar eskide kalmış o aidiyet yerini biliyor olmalıydı. İlk zamanlar edindiği birkaç arkadaşı olmuştu, yalnızlığın ve çaresizliğin etkisi bunlardan bazısını yazgı ortağı olarak görmüş, geçen zamanla beraber bu samimiyetlere kendi içinde mukaddes anlamlar yüklemiş ve sonra kendi yazgısının farkına varıp yüklediği bu değerlerden derin bir pişmanlık duymuş kimseye pek yaklaşmaz olmuştu. Geri kalan günleri de hatırladığı kadarıyla bu zorunlu yalnızlık içinde geçmeye mahkûm olmuştu.

Sonbahar yağmurlarının yerini bembeyaz karlar, karların yerini ilkbahar çiçekleri, çiçeklerin yerini de ışıl ışıl güneş almış, bu döngü birkaç sefer dönüp durmuştu orada bulunduğu süre içinde. Tek başına indiği yemekhanede, yediği yemekler sırasında gördüğü yüzler bu döngü içerisinde değişime uğrayıp durmuş, bazı aşina eski yüzler gözükmez olmuş, yerini daha önce görmediği yeni yüzler almıştı.

Zihninde tüm bunları tartarken duyduğu yeni bir sesle irkildi. “1216 demiştiniz değil mi? Almaya mı geldiniz? Yukarda evrak işlerini baştabiple görüştünüz demek, peki.” Tıpkı 1219’u işittiğinde duyduğu adım sesleri ve tekerleğin sürtünüşünü işitti sonra, kendisine doğru yaklaştı sesler yine, yaklaştı, içinden bir sesin dediği doğru çıktı ve yanı başında sesler kesildi. Yanı başında vuku bulan nefes alıp verişleri, kalp atışlarını hissediyordu. Metalik gümbürtüler geldi ardından yine, bu sefer epey gürültülüydü, tenine gün ışığının vurduğunu, vücudunun karanlıktan azat edildiğini hissetti ardından. Sürgü sesiyle beraber sarsıldı sonra, hareket ettirildiğini idrak etti. Başında birileri dikiliyordu, hissediyordu ve üstüne dikilmiş gözlerin altında hareketsiz kıpırtısız hiçbir canlılık belirtisi veremeden öylece yatmaktan başka bir şey yapamadı.





***



Güçlü bir sarsıntıyla sarsılıp kendine geldiğinde, uzun süredir işittiği motor sesinin zihninin içine işleyen süreğen uğultusunun, şuurunu bir gaflet uykusuna bürüdüğünü anladı. Kesilen motor sesinin ardından geçen hareketli ve sallantılı birkaç dakika sonrasında kendini yine başka bir sessizliğin, başka bir karanlığın, başka bir hareketsizliğin, boşluğun içinde buluverdi.

Huzurevinde büyük bir çoğunluğu bir pencere pervazı önünde geçmiş hayatının son dönemi yine geldi içine çöreklendi düştüğü hiçlik ile beraber. Artık çoğu şeyi hatırlıyordu, aracın içinde geçen zaman ile beraber zihninde bir sürü kapalı kapı daha açılmıştı. Kitap okumalar, izlenilen manzaralar eşliğinde düşünmeler, binbir çeşit esinle beraber gelen kelimelere dökümü imkânsız hisler ve çoğu kifayetsiz bir sürü kavrayışlar ile beraber geçmişti günler ve tüm bunların oyalantısıyla umarsız bir yaşantının, bu yaşantı ile beraber gelen öylesi mutlulukların, faal olmanın, hayatın içinde yer almanın tadının eksikliği hiç aklına dank etmemişti. Tüm bu yoksunluk, tüm bu hayattan bir kısmı dışsal bir kısmı içsel etkenlere bağlı zorunlu ve keyfi izolasyon tıpkı bir işkence gibi bir raddeden sonra şuuruna kastetmiş, yavaş yavaş tüm bunlar tıpkı bir kayanın kendisine vuran dalgalar ile yavaşça fakat kaçınılmaz bir şekilde yosunla kaplanması gibi tüm benliğinin yok olmasına yol açmıştı. Muhtemeldi ki hatırlayamadığı bir sürü şey de şimdi o yosunlu kayanın karanlık tarafında kalmıştı, bir sürü yaşanmış acı, hüzün; hayatın çeşitli evrelerinde türlü özverilerle aşılmış meşakkat ve güçlük orada olmaydı. Yine muhtemeldi ki hayatının hatırladığı tek evresini oluşturan etmenler de bu yaşanmışlık üzerine tıpkı bir evin çatısının duvarlarının üzerine kurulu oluşu gibi kuruluydu. Şimdi ise geriye ismini bile hatırlayamayan, tüm varoluşu yıllarca anlamsızlık ve boşluk denizinin haşin dalgaları arasında eriyip kaybolmuş bir kişi kalmıştı işte. Camdan seyredilmiş bir hayat vardı elinde hatırlayabildiği sadece, yaşanmış tüm yılları üzüntüden, ölüm korkusundan, yalnızlıktan kayıplara karışmış ve sadece camdan seyredildiği, hissedilebildiği kadar bilgi sahibi olunabilen bir hayat.

Tüm bu düşünmelerin arasında daha önce işitmediği bir sesin şöyle dediğini duydu, pek de aldırmadı ve düşünmelerine devam etti: “Kimliği belirsiz merhum hangisi demiştin, 1216 demek, peki gasılhaneye alalım onu o zaman, defin için görevli belediyeden arkadaşlara da söyleyin içeri geçip kahvaltı yapsınlar cenaze namazını kılana kadar.”







***





Soğuk suyla bedeni kirden arındırılmış, ilerleyen saatle birlikte sabah ayazından arta kalan son serin yeller ile ürpermiş ve öldüğünün farkında bir şekilde yatıyordu sere serpe tabutun içinde. Sessiz, kimsesiz, soğuk ve doğrusu üzücü bir cenaze namazı kılınmıştı kendisine; tanıdığı hiç kimse yanında olamamıştı; sevdiği, seveni ya da kendisinin canlılığına tanıklık etmiş bir kimse. Ölümü kimse üzerinde hiçbir etki yapmamış gibi görünüyordu.

Huzurevinde eksilen yüzleri fark ettiği, hastalık sebebiyle sıhhatini kaybettiği ya da gecenin kör vakti aklına geldiği zamanlar andığı ölüm mevzusunun yarattığı korku; dünyaya ettiği bu acı veda ve hala kaybolmayan benlik duygusu sebebiyle, daha önce hiç hissetmediği şekilde saman alevi gibi içinde bir anda parlayıverdi. Elleri ayakları, toprağa kavuşmaya ve ebedi uykusu hiçbir ses ışıkla bölünmez bir karanlığa sessizliğe yalnızlığa bürünmeye yaklaştığı şu son dakikalar sebebiyle tir tir titremeye başladı. Beyaz kefene sarılı bedeni ölüm korkusunun tedirginliği ve yaşadığı tatsız hayatın isyanın öfkesi ile bir o yana bir bu yana çarpmaya başladı. Aklı melekeleri tüm bunların içinde çoktan kaybolmuştu, tüm renklerin birbirine karıştığı iğrenç renkte bir tabloydu şimdi zihni. Aklından geçen cümleler mantık çemberinden geçmeden sayıklanırcasına tekrar ediliyordu zihninde. Kelimeler sarmıştı zihnini düşünceleri, hisleri betimleme iddiasında fakat kifayetsiz anlamsız cümleler. Aklına yine o meczup köpek geldi ve gözyaşları soğuk beyaz cansız yanaklarından aşağı boşalıverdi. Eceli gelmiş hasta bir sokak köpeğinin durumuna benzerdi hali ve onun bu halini gören düşünceler tıpkı köpeğin bu halini fark etmiş yaramaz çocuklar gibi etrafını çevirivermişti. Şimdi inen tüm sopalar, tüm öne takıp koşturmalar, tüm müşkül durumuyla alay ederek edilen eziyetler müstahaktı ona son canını verene kadar.

Adımlar atılıyor, tabut bir aşağı bir yukarı sallanıyor; her geçen an bedeni toprağa girmeye, varoluşu dünya üzerinden sonsuza değin silinmeye biraz daha yaklaşıyordu, o ise sadece birazdan sonsuza kadar çıkmamak üzere gireceği boşluğun korkusuyla ne düşündüğünü dahi bilmez bir şekilde kafasından bir şeyler geçiriyordu. Bilincinin en dibinden gelen, canlı olduğu süre boyunca orada gizlenmiş en saf, en koyu korkulara, en ürpertici sorulara bu zihin karambolü ile istemsizce kulağını tıkıyordu fakat biraz sonra bunu geç de olsa duyumsadı. Karmaşık zihninin etkisiyle, tam anlamıyla bu şekilde idrak edememişti elbet durumu, fakat yine de bununla beraber kendini biraz rahatlamış, biraz olsun huzur bulmuş hissetti. Soru ve korkularla yüzleşmeye koyuldu sonra, sona gelişinin kaybedecek hiçbir şeyi olmadığının bilinci kendisini cesaretlendirmişti tüm bunlar boşluk hissinden kaynaklanıyordu. “Boşluk,” diye geçirdi içinden, hayatı boyunca zihnini yorduğu her şeyin yolu sonunda aynı kavrama çıkmıştı; içinde hissettiği, muzdarip olduğu tüm duygular da farklı yoldan aynı kavrama ulaşmış buradan da bir noktaya gidememişti ve işte o kavramı hiçbir kelime tam olarak tasvir edememiş sadece “Boşluk,” bu konuda kifayetsiz kalsa da bunu başarmaya en yakın en yatkın kelime olarak kullanılabilir olmuştu. İçinden geçen de işte bu “Boşluk”tu. Şimdi hissettiği boşluk, hayatta iken hissettiğinin de aynısıydı ayrıca; sadece tınısı biraz daha acıklı, kokusu biraz daha kesif, tadı biraz daha ağır ve görüntüsü biraz daha ürkütücü gibiydi hepsi bu.

Tabutuna vuran yağmur damlacıklarının sesini işitmesiyle beraber tüm bunlar bir anda silinip gitti zihninden hiçbir iz bırakmadan. Biraz sonra tabutunun kapağı açıldı ve gün ışığının aydınlığını kefenin ardından görür gibi oldu. Çıkarılan bedeni toprağa yerleştirilip üzerine toprak atılırken son saniyelerinde tek hissettiği artık tüm her şeyden sonsuza kadar muaf olacağı düşüncesinin can acıtıcı mutluluğu ve tüm peşini bırakmaz düşünceler ile duyguların ebedi uykuya dalması ile beraber sonsuza dek yakasından düşeceği gerçeğinin huzuru idi.

































































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder