11 Haziran 2016 Cumartesi

Merhaba Defter


Merhaba defter;

Ömrümden giden sıradan bir gün gibi geçip gitti bu gün de. Gerçek acılardan, unuttuğum tozlanmış eski dertlerimin tazelendiği o ürkünç anlardan uzak, hayatın ne kadar saçma ve boş; bir o kadar da acımasız ve kötü olduğunu tekrar bilmem kaçıncı kez idrak etmekten uzak, sakin sıradan öylesine bir gün...

Kahvaltıdan sonra her zamanki gibi midem yandı ve ben de her zamanki gibi buna aldırış etmeden birkaç sigara içtim. Belki birkaç dakika insanlardan ne kadar uzakta olduğumu düşündüm bunun ardından, bilemiyorum. Belki karanlık geleceğimi belki simsiyah geçmişimi de düşündüm ardından. Art arda giden birbirine bağlı tren vagonları gibi bu. Beni üzen, aldatan insanların ben bunları düşünürken ne yaptıklarını merak ettim belki...

Yine çaresizce bir çıkış yolu aradım ve yine sessizce düşünüp bulamadım ve bir sigara da buna yaktım, kim bilir. Pencereye çıkıp mavi gökyüzünü turlayan özgür beyaz bulutçuklara göz gezdirirken, bulutların o minik kımıldayışını o ağır ağır gökyüzünde süzülüşlerini farketmenin ilhamıyla beraber hayatta olduğumu fark edip önceki günler gibi yine bir şeyler başarabileceğime inandırdım tekrar kendimi belki. İçimden "Bir silkinsem kendime gelebilir, her şeyi düzeltebilirim. Ben neler atlattım kendi içimde. Bütün bunlar gibi içimde dönüp duran kaç kederli hissi boğdum da ölmedim. Bunları da atlatırım!" diye yineledim mi hatırlayamıyorum ama, eğer içimden bu cümleler geçmişse, kesinlikle yüzümde aptal gereksiz ve acınası bir gülümseme doğmuştur o an, buna eminim.



Sonra... Sonra ne mi yaptım? Bütün bunlardan birkaç saat sonra bunlar hiç zihnimden geçmemiş gibi davrandım. Bunları hayatının hiçbir döneminde zihninden geçirmemiş ve geçirme potansiyeli bulunmayan sıradan basit mutlu düz insanlar gibi davrandım kendime. Televizyon açtım izledim. Aklımı geçmişimde ya da geleceğimde; hayallerde ya da anılarda gezindirmek yerine bir bulmacanın boş kutucuklarında gezindirdim bir süre. Müzik dinledim ve ritim tuttum kaygısızca. Mutsuzluğumu unutup. Acılarımı sanki her gün tekrardan hatırlatmıyormuş gibi kendime.

Bir süre sonra bunlardan da sıkıldım, defter. Pek bir şey yapasım da yoktu. Yan tarafımda duran kitaplığımdaki yüzlerce okuduğum kitapla beraber dikilen kitaba ve yarım kalmış okumama devam etmek gelmedi içimden. Birkaç kez kalkıp kitabı rafından çıkardımsa ve kapağına, arka kapaktaki tanıtım yazısına ve kaldığım sayfada paragraflara göz gezdirdimse de; başaramadım kendimi, zihnimi kitabın içine fırlatıp satılar arasında gezindirmeye, olmadı.

Kalkıp yemek yeme fikri geldi zihnime kalkıp bir şeyler yemeye koyuldum. Mutfakta epey hoş vakit geçiriyor bundan da eskisi kadar olmasa da yine de hatırı sayılır bir mutluluk alıyordum ve açıkçası az önceki umarsız ruh halime dönebilmek bütün bu tatsızlığımdan ve gerçeklerime dönüşümden soyutlanabilme işi için buna güveniyordum. Fakat sandığım gibi olmadı. Yemek pişirirken tam kendimi unutmuştum ve kaygısızlığa kapılıyordum ki koca yemek masasına oturuşumla beraber huysuzlanan ve tedirginleşen mutsuzluğum karşısında dizili 5 sandalyenin de boş oluşu ile ufaktan sesini yükseltmeye başladı; aldırış etmedim. Tabağıma koyduğum pilavıma döndüm ağzıma birkaç lokma attım ve yemeği bu yaşta böyle güzel yapışımın çok hoş bir şey olduğuna zihnimi yormaya çalıştım. Önce evleneceğim kadın çok şanslı diye düşünmeye yeltendim fakat bunun karşı tarafa koz verecek bir düşünce olduğunu hemen fark edip hızla zihnimden uzaklaştırdım. Bu duygular zihnime üşüştükçe başka şeyler düşünmeye çalıştım fakat masanın sandalyelerin hizasındaki yerlerinin boşlukları tenceredeki pilavı kendim bitireceğim gerçeği kulaklarımda yankılanan kendi koca çatal kaşık seslerimin yalnızlık bağıran solo ritmi zihnimden bir türlü çıkmadı ve dayanamayıp yeme işini yarım bıraktım; hızlı adımlarla içeri geçtim ve bu düşüncelerimden kurtulmak için kestirmeye karar verdim.

Uyandığımda zannettiğimden epey erken uykuya dalmış olduğumu fark ettim defter. Uyumadan önce yaptığım; bulutların kızıla çalan güneşe yaptıkları yolculuğu izleme işini aklımdan çıkarmış olmalıyım ki akşamın karanlığının çöktüğüne epey şaşırdım. Uykulu gözlerimi evin içerisinde dolaştırırken birden uykuda geçen süre boyunca kim olduğumu düşünmemiş geçmişimde dolaşmamış ve bunları uyku mahmurluğu bahanesi altında hala da aklıma getirmemiş oluşum sebebiyle kim olduğumu hatırlatma gereksinimi duydum. Bütün kaybedişlerimi bütün üzüntülerimi kötü anlılarımı; o artık eski tadı bile kalmamış hatıralarımı tekrar saniyelik bir şekilde hatırlattım kendime. Belki de o anıları değil de o anıların şekillendirdiği benliğimi tekrardan vücuduma bir elbise gibi giydim bilemiyorum. Bir an şöyle düşündüm; bütün bu sıkıntılar; travmatik anılar, insanlarla arama giren o sorunlar, üzücü olaylar artık eskisi kadar tat vermiyordu, bunu anlamıştım. İçinde bulunduğum bu boşluk ve olayların üzerinden geçen zaman sanki bir çöl fırtınası gibi tüm her şeyin üzerine bir kum tabakası yerleştirmişti ve artık tüm acılarım, tüm o derin anlamlar, tüm beni kendime açıklayan ve içinde bulunduğum abes durumun mantıksal izahı olan tüm herşey bu kum tabakasının altında kalmıştı; artık sadece orada olduklarını bilebiliyordum. Belki de unutamıyorsam hatırladığım kadarıyla tüm o hatıraları tekrar hatırlamalı; zamana esir düşüp üstü toz kaplamış o hatıralarımı hatırlayabildiğim herhangi bi yerinden yakalayıp tüm berraklığıyla zihnimde betimlemeli ve daha önce keşfetmediğim o günlere ve o anlamlara dair bilinçaltımda kalan ayrıntıları çıkarıp o günlerdeki gibi tekrar o anlamlara erişebilmeli o acıları tekrar zamanın incelttiği o haliyle değil eski günlerdeki gibi en koyu haliyle yudumlayabilmeliydim.

Zihnimde o günlere dönme işi sandığımdan daha da zor olacak gibiydi. Ne yaparsam yapayım sanki o derin boşluk her şeyi silip süpürmüştü ve şimdi oradan çıkartamıyordum ve kendime dair yapabileceğim tek mantıklı tanımlama da o boşluğun dibini görmüştü. Biraz daha zorlamalıydım. Yattığım yerden kalktım, bir sigara yaktım. Aynanın karşısında kendimle biraz bakıştıktan sonra yağmurun sesini fark ettim ve heyecanla bu fırsatı kaçırmamak için balkona çıktım.

Adeta bir ruh çağırma ayini yapıyordum. Yağmurun damlarının farklı nesnelere çarpıp çıkardığı o sesler ve birkaç tane ölümsüzlerden sonat, dumanı tüten sigara, akşamın karanlığı ve tüm bunları saran o boşluğumun sessiz melodisi... Tüm gereksinimlerim tamamdı.

Gözlerimi kapayıp bilincimin içinde bir yolculuğa koyuldum. Tüm yolculuklar gibi bu yolculuk da bulunduğun yerden başlıyor ve yolda olabilmek için bir süre ilerlemeyi gerektiriyordu ve o belirli ilerleyişten sonra asıl anlamda yolculuk başlamış oluyordu. Bu yüzden de beklediğim üzere ilk taze anılarım zihnime üşüştü. Rahmetlik dedem ve babaannem ile gözlerimi kapattığım balkonda geçirdiğim ve hatırlayabildiğim o birkaç gün geldi zihnime. Sonra balkondan içeriye koyuldum ve oradaki hatıraları tazeledim. Salonda dolaştım. İçerdeki eski eşyaların yeni olduğu zamanlara gittim ortaokul yıllarına. Sonra tüm hatırladığım hatıralarımın da o zihnime kazıdığım zamanlardaki gibi olmadığını bir film izler gibi izliyor olduğumu fark ettim. Bu farkediş epey canımı sıktı ve zihnimde dönen her şeyin kendimin kontrolünde olduğunu aklıma getirdim. Odaklanabilirsem zaman ve mekandan soyutlanıverirdim ve bütün bu artık bir bağlayıcılığı olmayan kurallardan zihnimi soyutlayabilirsem o günleri tekrar yaşayabilirdim. Hatıralarımı düşünmeye onları zihnimde tıpkı gerçek hali gibi canlandırmaya bu canlandırmayı yaparken tıpkı o günlerdeki gibi yaşamaya çalışmaya kendimi şartladım. Tüm unuttuğum anılarımı tekrar yaşayacaktım.

Ortaokulumun içinde peydah oluverdim zihnimde defter. Boş koridorlarda aynı adımlarla yürüdüm. O zamanki bedenimin, o zamanki kıyafetlerimin içindeydim ve tıpkı o zamanki gibi hissediyordum kendimi. Okulun en üst katında bulunan sınıfımız epey arkamda kalmıştı ve koridorun sonuna merdivenlerin üstünde kalan geniş kat boşluğunun oraya varmak üzereydim. Boydan boya camla kaplıydı o boşluk ve her teneffüste sınıfın okulun zengin ve havalı benden üstün kendine güvenen mutlu ve başarılı kızları, erkekleri oradan kendilerinden aşağıda kalan bireylerini izler, ellerindeki o çift kaşarlı tostlarını sosislilerini kolalarıyla beraber afiyetle yerdi. Ara sıra tuvalete giderken önlerinden geçmek zorunda kalırdım ve bundan da büyük bir pişmanlık ve suçluluk duyardım. O güzel anlarını, o marjinal havayı ve ortamı nasıl iğrenç bir cüretle ve nasıl densiz bir cesaretle bozduğumu farkeder; bana attıkları bakışlarındaki tüm aşağılayışa, tiksintiye büyük bir haklılık verirdim. Tüm acıma dolu bakışları teşekkürle kabul ederdim. Fakat şimdi ise orası bomboştu. Daha birkaç saat önce benimle arasında milyonlarca kilometre olan bu dünya şimdi birkaç adım mesafemdeydi ve birkaç adımda ulaşabilecektim. Bu dünyayı haddim hakkım olmadığını bildiğim halde tatma fırsatı elde etmiştim ve bu endemik anın garip ruh hali içinde cama doğru yaklaştım ve kendimi o elemanlardan birisi gibi hissediverdim kendi içimde. Bundan da utandırıcı ve haylaz bir tat aldım.

Camın tadını epey çıkardıktan sonra ise okula dönüp merdivenlerden benim gibi bir çocuğun çıktığını hayal edip ve o hayali kişiye, bana atılan o üstünlük kabul ettirici bakışların aynısını atmaktan sıkılınca camdan dışarı döndüm ve bütün sınıfın bahçede olduğunu fark ettim. Ne çabuk unutmuştum ders boştu ve bütün okul derste olduğu için koridorda rahat rahat yürüyor bu lüks alanda rahat rahat takılabiliyordum. Sonra yaşıtlarım ne yapıyor diye göz atmaya koyuldum. Erkeklerin bir kısmı futbol oynuyordu. Benim yerime sınıfa yeni gelen o sessiz elemanı kaleye sokmuşlardı, onu fark etmiştim. Sonra bu okulda yıllardır okuyor olsam da bir kez olsun topa adam gibi ayağımın değmediğini hiç topu sürümediğimi hiç oyunun içinde aktif bir rolde olmadığımı hep kaleye geçirildiğimi fark ettim fakat bunun pek üzerinde durmadım ve diğerlerinin ne yaptığını izlemeye koyuldum. Futbol oynamaktan pek haz etmeyen erkekler ve sınıfın havalı; o pahalı defterli, pahalı kalemli, pahalı ayakkabılı ve her daim şen mutlu kızları voleybol oynuyordu. Diğer birkaç eleman banka oturmuş dandik bir telefonun silgi kadar ekranına bakıyor muhtemelen porno izliyorlardı. Diğer kızlar ise aldıkları diğer voleybol topuyla kenarda sayıca daha fazla olmalarına karşı kızlı erkekli gruptan çok daha küçük bir çember oluşturmuş ve onların aksine sessiz sedasız sanki onları rahatsız etmemeye büyük bir çaba gösterir gibi voleybol oynamaya çalışıyorlardı.

Bütün bu izleme işi belki 15 dakika sürdü ve en sonunda aklıma şu soru takıldı: Peki ben burada ne yapıyorum? Neden orada değilim? Neden bomboş sınıfta kitap okuyordum? Sorularım çoktu fakat verebileceğim bir cevabım yoktu. Hangi grup ya da aşağıdakilerden hangisi beni yanında ister ya da hangi grubun içinde olmak isterdim diye düşündüm ve kendi kendime tekrar bahçeyi taradıktan sonra yanıtladım; hiçbiri.

Birkaç soru ve birkaç tatmin etmeyen cevabın ardından ise çocuksu bir şekilde ağlamaya başladım kendi kendime onlara bakarak. Neden onlar gibi olmadığımı düşündüm; canım acımıştı yalnızlığımdan öyle sanıyordum. Sonra da içimi nefret kapladı ama onlara karşı değildi bu nefret, bana ve beni bu hale getiren her şeye karşı duyulan hiçbir şeyi değiştirmeye gücü yetmeyen zayıf acınası aciz bir nefretti bu. Onlara bakmaya ve ağlamaya devam ederken teneffüs zili çaldı, ben de tuvalete gittim ve elimi yüzümü yıkadım.

O gün okuldan dönerken yine bu düşünceler geldi aklıma; dayanamadım tıpkı koridordaki gibi gözlerim doldu dayanamadım, ağlayarak eve girdim ve sesimi duyup “Yine kim dövdü seni Mesut.” diye telaşlanıp mutfaktan çıkıveren babaannemin boynuna sarıldım, ağlamaya devam ettim. O da başımı okşadı tıpkı yine o günkü gibi şefkatle. “Ne oldu kuzum” dedi anaç bir sesle. “Söyle neden ağlıyorsun, yavrum.”

“Ben neden yalnızım babaanne?” diyebildiğim hıçkıra hıçkıra. Ne kadar aciz olduğumu düşünüyordum. “Beni insanlar neden sevmiyor?” Bir şeyler demesini bekledimse de sessizliğini sürdürdü; o bir şey demeyince ben de devam ettim. “Neden hiç kimsenin umurunda olmadım ben? Neden bu kadar her şeylerinden bu kadar uzak tutuyorlar ki beni?”

Babaannemin beni saran kolları bile yabancı gelince dayanamayıp içeriye odama geçtim. Yatağıma uzanıp biraz daha acımın tadını çıkardım, ağladım. Ağlamaktan usanınca da düşünmeye koyuldum. Kendi canımı acıtıp, acının tadını çıkarmak belki iyi ve hoştu, böyle saf acıların bile bir tadım lezzeti vardı fakat bu durumu da bir aydınlığa kavuşturmalıydım çünkü acı çekmenin ağlamanın ne içimdeki çözümsüzlüğe ne kendimi niteleyebilme uğraşıma, tanımlama zorunluluğuma bir faydası yoktu. Durumu zamandan ve olaydan bağımsız düşünmeye çalışıp geçmişimi ve davranışlarımı, pek belirleyebilmiş olmasam da zannettiğim kadarını bildiğim karakterimi de işin içine katıp duruma bakmayı denedim.

Yalnızlığa mahkumiyet düşüncesiyle bugün epey canım acımıştı fakat bu gerçekten bir mahkumiyet miydi yoksa tam tersi bu yalnızlığı seçiş, yalnızlığa kaçış mıydı? Bu sorunun cevabı kadar şu sorunun cevabı da önemliydi: Yalnızlığa mahkumiyet olarak başlamış bu tek kalışım sebebiyle kendi yalnızlığı tercih edişlerimi nasıl değerlendirmem gerekeceği sorusu. Zihnimde durumuma cevap oluşturacak soruları sorsam da cevapları epey aradım ama hiçbir zaman bulamadığım gibi bulamadım defter. Sadece soruların da cevaplar kadar önemli olduğunu düşünmekle yetindim.

Bunun ardından bedenimi, o ıslak yastığın üzerinde bırakıp zihnimde yeni bir pencere açtım ve daha da geçmişime gitmeye karar verdim defter. Bu sefer epey küçüktüm. 7-8 yaşlarındaydım. Dünya üzerinde dönüp biten her şeyi algıya bildiğimi sandığım o zavallı ortaokul günlerinden bile epey uzaktaydım. Duygu dünyam az önceki gibi değildi; yeni yeni tanıştığı karmaşık duyguları anlamlandırmaya ve bu karmaşayla mücadele etmeyle uğraşmıyordu. Dünyam da bedenim de ruhum da minikti ve sadece sevgi ve nefreti tanımlayabiliyordum hissedebiliyordum. Az seviyor bol nefret ediyor sanıyordum kendimi fakat sonuçta ben bir çocuktum. Sevilme ihtiyacımı karşılayamasam, sevgimi tüm kalbimle gösterebileceğim şeylerden uzak kalsam da yine bunları da ikame ediyordum. Kuşu oyuncağı seviyor, annemden babamdan görmem gereken ilgiyi sevgiyi de onların ki gibi olmasa da babaannemden dedemden görüyordum.

Dünyam sadece, şuan bu yazıları da yazıyor olduğum bu evden ve bahçeden ibaretti. Annem ve babam bana ne kadar büyük olduğunu o zamanlar idrak edemediğim bir yoksunluk bırakmıştı. Yüzlerini unutmuştum çoktan ve bu bana tuhaf bir suçluluk duygusu veriyordu. Boşandıklarından ve yeni yuvalar kurduklarından habersizdim, bunu bana telefonlarda da söylemiyorlardı ve bunları bilmediğimden onları hala arıyordum. İçimdeki o anne sevgisi özlemini baba ilgisinin özgüvenine hasretliğimi bir gün gidereceklerini düşünüyordum. Bir gün gelecekti babam ve beni tıpkı bıraktığı o gün gibi gelip alacaktı. Onlara kızıyordum da fakat çocuk aklımla olan biteni anlamlandıramayacağımı onların bana o gün geldiğinde tüm olan biteni anlatacaklarını ve onları affedeceğimi düşünüyordum.

Babaannem ve dedeme ise epey alışmıştım. Dedem kitap okumayı seven ve ta o günlerden bana okuma sevgisi aşılayan bilgili bir adamdı. Ömer Seyfettin’in Yalnız Efe’sini, Julies Verne’in Denizler Altında 20.000 Fersah’ını, Polyanna’yı, Alice Harikalar Diyarında’yı okutmuştu bana o zamanlar. Günün birinde okulumdan çıktığımda eve gelip yemeğimi yedikten sonra kendisinin yanına, öğretmenevine gelmemi istemişti benden. Emekli diğer öğretmen arkadaşlarıyla bahçesinde sohbet etmekten oyunlar oynayıp eski günleri yad etmekten büyük bir pek keyif alırdı, birkaç kere daha gitmiştim yanına. O gün öğretmen evinden çıkışta çarşıya gideceğimizi, bana zaman zaman yaptığı gibi yine bir sürpriz yapıp bu sefer belki bir kitap yerine oyuncak alacağını hayal ederek babaannemi öpüp evden çıktım.

Öğretmenevi binasının yakınında bulunan sarı renkli o lojmanların önüne yaklaştığımda duyduğum yaşıtım çocuk sesiyle içim sanki olacakları sezmişim gibi ürkmüştü o gün defter. Adımlarımın hızını yavaşlattım; yolda yürürken o içimde cıvıldayan neşem ise yerini bir iç burukluğuna, bir üzüntüye bıraktı ve siniverdim kendi içimde. Tahmin ettiğim gibi birkaç saniye sonra da dikkatlerini çektim. Lojmanlarının önünde oyun oynayan 2 kız 3 erkek çocuğu yaşıtımdı bana bakanlar. Beni görünce de oyun oynamaya ara verdiler sebepsizce. Onlara bakmak yerine gözlerimi başka yöne çevirdim başımı da hafif eğdim; zayıf cılız bedenimin eksiğini kapatabilmek için sert ve anlamlı bir ifade takındım yüzüme ama epey tedirgindim, ince ince süzülüyordum bu temiz kıyafetli, yanakları kırmızı, besili çocuklar tarafından. İnceden ben de onları ve etrafı süzmeyi denedim beraber atlayıp gülüştükleri eğlendikleri atlama ipi bütün bunların ne kadar güzel hoş ve minnet edilesi olduğunun farkında olmayışın bir sembolü gibi fütursuzca gelişigüzel atılmıştı yere. Beraber bindikleri oynadıkları yarıştıkları ve gün sonunda sohbetler ederken dahi üstünden inmedikleri bisikletleri de aynı şekil yeni bir oyun bulunup kıymeti bilinmeden bırakılmıştı gelişigüzel bir köşeye.

Saçları örülü kızlardan birisi gülmeye başladı bana bakarak, sonra da bu aşağılayıcı gülmesini sürdürüp yanındaki kızın kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı. Kulağına fısıldanan kız, zaten gülmemek için kendini tutuyormuşçasına bulduğu bu bahaneyle arkadaşına keyifle katılmaya gülmeye başladı elindeki topu çevirmeye devam ederken. Sonra da elemanlar sırıtmaya başladı.

Gülüşlerinden rahatsız oluşum hem kendi sert duruşumun ifademin gardını düşürmüş hem de onları cesaretlendirmiş olmalıydı. Muhtemelen içimdeki tedirginliği dizginleyememiş sert ifademin altından göze batmasına engel olamamıştım öyle olmasaydı kız gülmek için cesaret bulamazdı diye düşündüm hatayı yine kendimde buldum. Üzerime yavaşça yaklaşan bu kalabalığı ürkütebilecek üzerimden savabilecek bir ifadem de kalmamıştı. Laflar bir bir sıralanmaya başladı kendi aralarında bana bakarak. Birisi saçlarıma dikkat çekiyor, bir diğeri ise zayıflığımı köpeklere benzetiyordu. Diğeri bakışlarımı yorumluyor bir diğeri ise üzerimde leke kir toz bulup buna bir espri buluyordu. Çok geçmeden de kızlar geride kaldı elemanlar ise benimle alay edip iteklemeye başladılar. Konuşmaya ya da tanışmaya çalışsalardı bu şekilde yaklaşmasalardı keşke iletişime geçebilirdim diye düşündüm fakat onların benimle iletişime geçme gibi bir amaçları yoktu. Sadece oynadıkları oyundan sıkılmışlardı ve yeni bir oyun oyuncak bulmanın sevinciyle hareket ediyorlardı.

Elemanlardan birini ilk teşebbüsünde yere serdimse de diğerlerine engel olamadım, yere düştüm ayağımdaki terliklerimden sebep. Bana zarar verme gibi bir gayeleri yoktu sadece alay etmek ve eğlenmek istiyorlardı bu yüzden de yerdeyken kollarımın üstüne dizle çıkıp alay etmeyi küfretmeyi sürdürdüler, kızlar da kahkahalarını kulaklarıma duyururcasına yükselterek buna eşlik etti. Aşağılayıcı tokatlar, tükürükler de devamını izledi. Bunların ardından daha eğlenceli bir şey bulmuşlar gibi üstümden kalkmalarına ve benden uzaklaşmalarına epey şaşırdım doğrusu; belki anneleri, belki de oradan geçen bir büyük onları telkin ve tedirgin etti diye düşündüm bu sebepsiz salıverişleri üzerine ama yanıldığımı ayaklarıma bakınca fark ettim: terliklerimden birisi ayağımda değildi. Sonra onlara geri döndüm ve şeytani bakışlarıyla karşılaştım. İlk yumruk atıp yere devirdiğim sonra da intikamı almak için üzerime çıkıp üstüme tüküren sarı saçlı mavi gözlü gürbüz çocuk şimdi de elinde terliğim yüzüne pis bir sırıtış takmış yanındaki saçları örülü kızla beraber kikirdeşiyordu. Yerden kalkıp dirseklerimin yüzülen yerlerine bir anlık baktım acıyla ve kanıma bulaşan tozu pasağı tıpkı bir travma anısı gibi zihnimin bilinçaltımın en dip yerine attım hiç farkında olmadan ve üzerlerine doğru yürümeye başladım tek ayağım çıplak vaziyette. Onlar da koşarken şen çığlıklar atıp lojmanlarının içine girdiler ve kapıyı kapattılar. Camdan da devam etti dil çıkarmalar. Terliğimi vermeleri için yalvardımsa ağladımsa da bu sadece onların hoşuna giden iştahını kabartan birkaç jest ve mimik olmakla kaldı ve birkaç saniye sonra terliğimi götüren çocuk binanın 2. katındaki bir camda belirdi diğer çocuklarla beraber. Terliğim elinde sallanıyordu. Sonra da “Terliğini mi istiyorsun.” diye bağırdı çocuk yaşlı gözlerime bakarak. “Evet.” diyebildim. “İçeriye girdi tekrar. Oha yapacak mısın deyip gülüşen kikirdeyen kızların sesini duydum ve bunlar birbirini izlerken terlik ıslak bir şekilde aşağı atıldı birkaç dakika sonra. Çocuk terliğime işemişti.

Camdan kafasını çıkardı, başının üstünden bir selam çaktı ve kızlar elemanlar çocuk herkes ortadan kayboldu. Orada öylece kaldım terlikle. Biraz uzaklaştım ayağıma giyemedim. Sonra da epey ağladım binaya bakarak. Gökyüzüne, akşamın oluşuna göz gezdirdim, sonra da terliği lojman bahçesini sulayan muslukta yıkayıp ayağıma giydim ve geri eve döndüm.


Bu olay kadar üzüldüğüm ne vardı diye düşündüm sonra defter ve bir tek dedemin cenazesi aklıma geldi. Dedemin defnedildiği günden sonra da zaten hayatım ruhsal bakımdan hiç yukarı seyretmedi. Babaannemin ölümüyle tenhalaşan ev, dedemin ölümüyle beraber bomboş kaldı. Yapayalnız kalakaldım koca dünyada. Boş duvarlar, dedemden kalan yüzlerce kitap, eski bir gramofon ve plakları, dedemin gençken çalmaktan pek haz ettiği fakat çalarken hiç duymadığım udu ile tek başımaydım.

Cenaze gününe babam da gelmişti. Yanında karısı ve benden epey ufak çocukları da vardı. Fakat dedemin benim ortada kalmam sebebiyle babamla eskiden beri arası yoktu, görüşmüyordu. Dedemin ben küçükken bizi ziyaret edişinde babama sövüşünü ve “Senin yanlış evlilik hatanın cezasını bu garip sabi hayatının sonuna kadar çekecek it herif. Onun ne kadar ağladığını ne kadar üzüldüğünü hiç gördün mü sen buraya getirdiğin günden bu güne? Onun yerine kendini koydun mu hiç? Benim oğlum varsa karşımda durmuyor, içerde kendi başına oyun oynuyor, o kadar” deyişi hiç aklımdan çıkmıyor. O sıra oyuncaklarımla oynarken o sözü duymuş ve hem babam adına üzülmüş; hem de sevildiğimi, korunduğumu hissetmiş mutlu olmuştum. İşte o günden sonra da babam hiç evimize gelmeye cesaret edememişti. Babaannemin cenazesinde dahi epey arka taraflarda bir yerlerdeydi babam, hatırlıyorum. Dedem o gün babamın taziyesine resmi soğuk bir cevap vermiş, elini de öptürmemişti. Keşke öptürseydi, artık küçüklüğümdeki kadar babamdan nefret etmiyordum. Görüşmediğim annemden de. Her unutulmaz acının kuralına bu acılar da yenik düşmüştü; aradan geçen zaman en derin en sızılı bu acılarımın bile üstünü kapatmıştı. Artık o günler eski anlamlarına bile çıkmıyordu içimde.

Dedemin cenazesinde babamın karısı ve çocuğuyla beraber yanıma geldiğini hatırlıyorum defter. Cenaze namazında aramızda sadece amcam vardı. Tabut omuzlandığında hemen arkamdaydı o siyah gözlükleriyle. Dedemin kefenli naaşı taze kazılmış mezara defnedilip tahtalar yerleştirilirken babam kürekçiden küreği istemişti ve bu bana çok ironik gelmişti. Babasının ona yaptığı kötülüklere karşı vefalıyı oynuyordu; epey de iyiydi ta ki mezara birkaç kürek toprak atıp sonra da küreği amcama verip kalabalığın arasına karışana dek. Ağlaştı biraz karısının yanında; gözlüklerinin altına mendil götürdü birkaç kez. Ben ise acının ne olduğunu neyin ne kadar acı olduğunu çok erken öğrenmiş biri olarak dahi sarsılmıştım belki de o günlerden de büyük bir üzüntü içindeydim fakat bu acımı dışa vurma, cenaze merasimine katılanlara sergileme ihtiyacı hissetmediğimden bilakis ağlamadım. Toprak falan da atmadım. Etraftakilerin tuhaf bakışlarıyla da karşılaştım bu sebepten ama hepsini öpüp alnıma koydum, içtenlikle kabul ettim. Dedemin bana tüm yaptıklarına karşın cenazesinde üzülmeyen nankör torunu hatta oğluyla arasına kara kedi gibi giren yılanı oynama pahasına bütün suçlamaları kabul ettim sessizce.

Kalabalığı önüme alıp bir mezar taşına kuruldum ve sigara bile tüttürdüm. Babam ise kendisinden beklediğim üzere cenazenin defnedilmesinin, şovun son bulmasının ardından yanıma geldi. Tok ve üzgün biraz da pişman bir ses tonuyla “Mesut, oğlum; buna hakkım yok belki ama yaşananları unutalım, gel bizim yanımızda kal bundan sonra. Deden de vefat etti o evde tek başına ne yapacaksın?” dedi. Lafının devamı daha gelecekti araya girmeseydim. Tüm duygulardan; nefretten, öfkeden, sevgiden, saygıdan arınmış bir ses tonuyla sözünü kesip duygusuz bir bakışla şunu dedim sadece. “Ben hep tek başımaydım, o zaman ne yapacağımı kim düşündü ki? Ben hiç kimseden hiçbir şey istemedim. Şimdiden sonra da istemiyorum. Teşekkür ederim.” İçimden baba demek gelse de demedim. Keşke deseydim.

Zihnimdeki bütün bunlar; bu zaman atlayışları, hatıraları yeniden yaşayış ve tazeleyişler bittiğinde ise elimde hiçbir şey kaldı defter. Hiçbir şey…

Balkonun açısının aldığı seyirlik alana bakmayı sürdürdüm fakat içimden de bir şeyler kopup gitti anlamsızca. Ne olduğumu nereden geldiğimi görmüştüm ve sanki kendi benliğimden uzaklaşmış bir şekilde kendimi görebilmekteydim artık o an. Kendime, bir yabancıyı izler gözle fakat tüm benliğini hisseder şekilde baktım ve o an dünya üzerindeki en yalnız, en dışlanmış, en çaresiz ve en aciz insanı gördüğümü hissettim. Öyle bir insan gördüm ki dünya üzerinde kendisi de dahil olmak üzere hiç ama hiç kimse tarafından sevilmeyecek kadar aciz; kendisi de dahil kimse tarafından umursanmayacak kadar yalnız bir insan. Bu kendinden uzaklaşma durumunda baktığım kişiye dair içimde ürperti ve tekinsizlik dolu hisler türedi o an içimde. Korktum kendisinden ve bir o kadar da nefret ettim doğrusu.

Benliğime geri döndüğümde ise yapabildiğim tek şey, bu zihinsel ve hissel maceraları ve bu maceralarımdan elde ettiğim hisleri düşünceleri karşıma alıp bir sigara yakmak oldu. Sonra sigaramı bitirip içeri geçsem de, dedemden kalma kitaplığımda yıllarıma tanıklık eden kitaplarıma; yüzlerce kitaba o her biri benim için ayrı bir anlam taşıyan ayrı bir hissi, kendi içimdeki hiçbir şeye yaramayan o boş şeyleri keşfetmemi sağlayan eserlere göz atsam da, eski gramofonumun başına oturup sonatlar, klasik müzikler, eski Türk Sanat Musikisi eserleri içeren plaklara göz atıp birkaçını dinlemeye kalksam da çizim defterlerimdeki rüya tasvirlerime tekrar göz atsam da kısacası ne yaptımsa da kurtulamadım o karşımdaki hislerden bir daha.

Sana söylemek istediğim birkaç şey var defter. Ben bu hayatı, hayattan beklentilerimden sebep hiç tat alamadan yaşayıp gideceğim sanırım. Bu dertlerimin erken olgunlaştırdığı kişiliğim beni kendimle baş başa kaldığımda hiç rahat bırakmadı bırakmıyor da ve böyle giderse bırakmayacak da.

Acılarım; hayattaki algıladığım her şeyi anlamlandırma mekanizmam oldu. Baktığım şeyden görmek istediklerimi hep acılarımın şekillendirdiği benliğimle çıkarımladım. Bu elimde değildi; böyle gelişti benliğim istemsiz ve acılardan doğan olgun benliğim beni hep yeni acılara sürükledi. Tıpkı yalnızlığımın beni sürekli kendisine kaçışa mecbur bırakışı ne zaman ondan bıksam ve tekrar insanların arasına karışsam neden onlardan kaçtığımı neden yalnız olduğumu hatırlayıp geri yalnızlığa bıkkın sarılışım gibi. Mavi gökyüzündeki bulutçuklar, gün batımının solgun hüzünlü renkleri sonbahar tonlarını; durgun müzikleri piyanonun her bir tınısını ve içimi sesiyle titretebilen tüm enstrümanları, onlardan çıkan tüm melodileri bundan sevdim, bundan sebep onlara aşık oldum.

Hayatımı hep bir zamanlar kaybettiğim, o hep aradığım, ne olduğundan bile tam emin olamadığım eski anlamı ya da daha önce hiçbir zaman hissetmediğim yepyeni bir anlam, tadı bulacağımı zannederek yaşadım. Hep kendi kendimi; hayatın tüm bildiğim gerçeklerinin içinde, bütün bu hayatın, insanların, toplumun yaşayışının kurallarına aykırı bir hayat kurabileceğime ve bu şekilde yaşayabileceğime inandırarak yaşadım. Gücümün buna yeteceğine inandım, başka türlü bu hayatı yaşayamayacağımı bilerek de olsa hep buna çabaladım.

Şimdi anlıyorum, yanıldım defter. Yanıldım. Bu hayatı ziyan olacağını bilerek yaşadım ben. Bunu da hep kendimden hayallerle, beklentilerle, umutlarla zavallı inançlarla kendimden sakladım. Hayalini kurduğum şeyler bile bu tiksindiğim insanların tiksindiğim yaşayış biçimlerinden türetme şeylerdi bunu bile fark edemeyecek kadar aptaldım ama kendimi zeki sandım. Kendimi erdemli sandım ve dış dünyamda erdemli görüntüsü çizen herkesi kendimle kıyaslayıp samimiyetleri konusunda kendi içimde eleştirdim. Onların benim gibi derin anlamsal beklentilere sıradan insanlarda gözlemleyemediğim ruhsal tutkuların getirdiği arzulara aşinalığına rağmen sıradan basit anlamları içselleştirişlerine dünyanın ve insanların bu hallerine rağmen bütün bunları da sevebilişlerine hep bir samimiyetsizlik göstergesi olarak yaklaştım fakat onlar haklıydı. Gerçek erdemlilik, gerçek bilgelik tüm bu benim de içimde hissettiğim dünyanın lüzumsuzluğu, insanların anlamsızlığı gibi konular hakkında derin hisler hissetmeye, güçlü analiz ve tespitler yapmaya rağmen yine de basit anlamlardan da keyif alabilmeyi başarabilmekti. Gerçek bilgelik bunu gerektiriyordu; fakat bunu da hiçbir zaman başaramadım. Tıpkı dünya üstündeki hiçbir şeye tüm benliğimi veremediğim, önemseyemediğim, içselleştirip savunamadığım, taraftarı olamadığım ve iki kolumun arasına sımsıkı saramadığım gibi bilgelik, erdemlilik hakkında da sadece kendi içimde atıp tutmalarla, kendimi kandırmalarla kaldım. İçselleştirdiğime inandığım tüm benliğimle hissettiğime inandığım tek bunlar vardı fakat bunlar da yalandı hiçbir zaman göremedim. Hiçbirşeyi başaramadığım gibi bunu da başaramadım. Bütün bunlardan daha acı birşey varsa o da tüm bu tespitlerimi de unutacağımdır defter. Hayatıma dair gerçekler tüm çıplaklığımla karşımdayken yarın uyuyup uyandığımda, yeni güneş doğduğunda, yeni bir gün batımı bulutu gördüğümde bütün bunları hiç farketmemiş gibi yoluma devam edeceğimdir. Bu varoluşun hiçbir anlamı, hiçbir tutunacak dalı, hiçbir yürüyebilecek yolu olmadığı halde varoluşuna devam etmeye çalışacağıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder