11 Haziran 2016 Cumartesi

Mızrap ile Ayraç










Günler önceydi ki ince bir sis dalgası, usul bir şekilde, pek kimse fark etmeden sonbahar çehresine bürünmüş sokağın üstüne çöküvermişti. İnsana unuttuğu acılarını ya da zihninin ücra köşelerine sinmiş sinsi korkularını fısıldayan kirli, puslu bu havanın esareti altındaki ıssız sokak, birkaç dakika önce başlayan yağmurla yıkanmaya başlamıştı. Ne yağmurlar görmüştü bu ıssız kaldırımlar; yitik çehreli, yaşam uğultusuna hasret vakur yollar. Yıllar önce yine yağmurlu bir gün, tıpkı zamansız ölümler gibi bir anda yalnızlığına terkedilmiş, şehirlere; ışıltılı, yaldızlı, gürültülü sokaklara birbiri peşi sıra göçen sakinleri ardından kendi kaderiyle baş başa bırakılmıştı. İşte o gündü ki kaldırımlarda oyunlar oynayan sevimli çocuklar, balkonlara toplaşıp sohbet eden hamarat kadınlar, işe gidip gelen beyefendiler yanlarında ağaçlarda öten kuşları, çöplüklerde birbirine rastlayıp ansızın çığıran kedi ve köpekleri, yaz akşamlarında edilen koyu sohbetlere karanlıktan beliren ses ve ışıklarıyla eşlik eden türlü böcekleri de alıp götürmüşlerdi yanlarında ve sokağı böyle yağmur damlacıklarının çıkardığı muhteriz tınıların dahi bir uçtan bir uca çınladığı bir yalnızlığa mahkûm etmişlerdi.

O gün yerini yurdunu terk etmemiş, bu sokakta kalmayı seçmiş tek tük yer vardı, yol ağzının ilerisinde duran iki işyeri; saz atölyesi ile sahaf dükkânı bunlardan ikisiydi.
Atölyenin camına vuran yağmur damlacıkları, sicimler halinde aşağıya doğru salınıyor, yolda birbirlerine rastlayıp birleşerek camın macunlu yüksek pervazından aşağı kendilerini kaldırıma doğru intihar edercesine bırakıyorlardı. Ara ara hiddetle çakan şimşekler atölyenin bitişiğindeki dükkânın camında da dönen bu karmaşık ve hareketli damlacıklar mizansenini karanlık solgun sokak çehresinden sıyırıp anlık ortaya çıkarıyordu.

Sokağın başında bir genç belirdi. Olgun, yaşlı ve yorgun yüzlü sokakta tezcanlı şen gencin cıvıl sureti epey eğreti duruyordu, hazırlıksız yakalandığı yağmur sebebiyle mi yoksa gençliğinin enerjisinden mi bilinmez hızlı ve seri adımlarla sokakta seğirtmeye başladı ve en sonunda atölyenin boyası eskimiş kapısından içeri param parparas bir şekilde giriş yaptı. Sonbahar yağmuru görünen oydu ki kendisini gafil avlamış, sırılsıklam etmişti. Sokak başından beri hızlandırdığı adımları bir işe yaramamışa benziyordu; atölyenin içinde ıslak, terli ve nefes nefese öylece dikiliyordu.

Kendine geldiğinde dakikalardır ciğerlerine çektiği havanın farklı kokusunu idrak etti ve yüzünde gereksiz bir neşenin mimikleri belirdi. Bunu atölyenin duvarlarına asılı bağlamaları inceleyen aç ve boş gözler izledi. Birkaç saniye sonraydı ki aynı gözler onlarca enstrümanın kendilerine sarf edilen saygı duyulası emeği fısıldar çizgilerini bir an olsun fark etme ve hakkını teslim etme sorumluluğu hissetmeksizin atölyenin içine dönüp tüketilecek başka seyirlik şeyler aramaya koyuldu. Eski antika telefon, bu niyetten ilk nasibini alan şey oldu; sonra da birileri için mukaddes, kıymetli anıların tek tanığı eski fotoğraflar.

İçerideki sessizliğe istinaden atölyede kimsenin bulunmadığını söylemek mümkündü; hoş, etrafında birileri bulunsa da hareketlerine dikkat etme gereksinimi hissedecek nezaket güdüsünden yoksun biriydi ve bu tabiatından gelen bol kepçe rahatlık sebebiyle atölye içinde çıktığı gezintisini ferah bir ruh haliyle sürdürdü. İlerisinde duran kapıya yönelme isteği duydu, vitrine çıkarılmış ürünlerin ve satış tezgâhının bulunduğu bu kısımdan ayak basmasının üzerinden henüz birkaç dakika geçmiş olmasına rağmen sıkılmıştı; varoluşu sanki sürekli tüketecek taze materyaller ile tatmin edilmesi gereken bir oyalantı açlığı içerisindeydi. İşin aksi şuydu ki doyum denen kavram bu metabolizmanın hareket prensibinde besleme ile ulaşılması imkânsız bir şey gibiydi, hatta öyle ters bir mekanizmaydı ki bu doyum için tüketilen her şey bir kısır döngü misali açlığın giderek artmasına ve doyumdan uzaklaşılmasına neden oluyordu.

Ki öyle de oldu. Genç beden, talaş ve oyuntu kalıntıları kaplı zeminde bilmediği çeşitli aletleri ve yapım tezgâhını, cinsi farklı çeşitli ağaç parçalarının birbirine karışmış o aromalı kokusu eşliğinde oracıkta tüketiverdi ve soluğu bitişikteki kitapçıda aldı. Göz açıp kapama müddeti süren bu geçiş sonrası dükkâna attığı adımıyla karşısında beliren manzara iştahını kabartmıştı. Bir sürü kitap demek, bir sürü şuursuzca seyredip sanki gerçekten ilgiliymiş edasıyla üstündeki yazıları okuyabileceği rengârenk ve şekilli kitap kapağı demekti. İçinden ettiği, şansının yaver gidip belki karşısına bir karikatür dergisi ya da çizgi roman sayısı çıkacağı temennisiyle beraber raflardaki kitap isimlerini öylesi okumaya başladı. Pek okuma meraklısı birisi sayılmazdı; ne böyle boş şeylere ayıracak kadar vakti, ne de vaktini böyle boş şeylere ayıracak kadar geri bir zekâsı vardı, o yüzden ismi kendisine aşina gibi gelen –bir yerlerden kulağına çalındığı, birileri okurken gözüne iliştiği- eserleri çıkarıp yazarlarına, arka kapak yazılarına hızlı hızlı göz gezdirmeye koyuldu.

Epey kısa bir süre sonraydı ki dükkânın en uç tarafına kadar ilerlemiş buldu kendini. Karıştırdığı kitapların çıkardığı hışırtı sesi bir anlık sekteye uğramıştı ki, fısıltıya benzer bir ses işitti; iki kişinin konuşmasına, bir sohbete benzer bir şey olmalıydı. Ses, epey ilerisinde duran kapının ardından geliyordu. Usul adımlarla sesin geldiği yöne doğru seyre koyuldu ve birkaç adım sonraydı ki kapıya ulaştı. Arkasında durduğu kapının aralığından baktığında görebildiği yuvarlak bir masanın etrafına oturmuş yaşlı iki adamdan ibaretti. Yüzü kendisine dönük adam konuşuyordu şimdi, ama karşısında dostunun perdelemesi sebebiyle yüzünü tam görememişti. Onu da güç bela seçebilmişti zira hem açısı kötüydü hem de görünüşe göre oda epey az gün ışığı alıyordu. Fakat pek uzak sayılmazlardı konuşmaları gayet net duyabiliyordu. İlk bakışında açısından sebep ne yaptıklarını tam seçemese de sesler ile beraber anlamıştı ki adam sesli bir şekilde kitap okuyordu.

Ortasından dinlemeye başladığından sebep tek anlayabildiği bir adamın suda boğulduğu ve çocuğunun kendisine çok benziyor olduğu idi fakat adamın okurken altı çizili cümleleri önceden belirtmesi ilgisini çekmişti. Okuduğu hikaye bittikten sonra oluşan kısa sessizliğin ardından “Bu hikayenin sonuna çocuk şiir yazmamış.” diye söze girdi tekrar adam ve ekledi. “Kitabın geri kalanını inceledim diğer hikâyelerin sonlarına da şiir yazmamış ve altı çizili başka cümle de yok. Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz fakat bana kalırsa çocuk diğer hikâyeleri okuyamamış.”

Karşısındaki adam dostu sözünü tamamladığında, mahcup bir edayla kitabın hikâyesini tekrar anlatmasını rica etti. Bunun üzerine hikâyeyi okuyan adam, çocuğun kanser hastası olduğunu okuduğu, bu kitabın çocuğun hastane günlerinde yanına alıp okuduğu son şey olduğunu anlattı ve ekledi: “Yaşlanıyorsun Yaşar Usta; bunları kitabı okumaya başlamadan evvel de anlatmıştım sana, daha geçen haftaydı.”

“Hayır Kamil Efendi, okuduklarının üstüne tekrar dinleme gereği duyuyorum sadece. Senin dükkânındaki kitapların ve benim dükkânımdaki bağlamaların hepsini buraya getiren, burada olmalarının sebebi bir hikâyesi var. Sadece seninkilerde hikâyenin içine bir hikâye daha karışıyor öyle olunca da gerçek ile kurgu birbirine karışıyor biraz hepsi bu. Bazen hangi hikâye daha acıklı, hangisi daha gerçek doğrusu bilemiyorum. Bazen iki hikâye; birisi kurgu birisi gerçek, birbirine öyle harmanlanıyor; kurgu, gerçeğin bir yerine, öyle bir ışık tutuyor ki tasviri imkânsız bu duygu doğrusu nutkumu kesiyor.”

“Doğrusunu istersen Ayhan Usta, senin bağlamalarını dinlerken de benzer duyguları ben yaşıyorum yıllardır. Daha sen işlemeye başlarken yanına gelip ağacın hikâyelerini, önümde dikilen bu duygu karmaşasına ışık tutmak, ne hissettiğimi ve ne hissettirdiğini daha berrak duyumsayabilmek adına dinliyorum. Hatta, o an sen elinde ıskarpela, bana hikayeyi anlatırken anlattığın her şey, o an yaptığın işleme dair gördüklerime manevi bir ışık tutuyor; elindeki aletin keskin tarafı senin elinden aldığı göksel ilhamla ağacı dile getiren bir eğitmen, ağacın o özümsediği duyguları ve anlamları anlatabilmesi için ihtiyaç duyduğu cümleleri kendisine öğreten bir hoca görevi görüyor sanki. Yıllar önce yaşamış âşıkların o lirik duygularını, içlerinde kopan sevgi ve tutkunun birbirine karıştığı hislerini iki harf ve bir kalbe sıkıştırıp imgelerini bir çakı vasıtasıyla üzerine ölümsüzleştirdikleri ağaçtan yaptığın o bağlama örneğindeki gibi. O bağlama bu şen, uçarı hisleri, hikâyenin devamındaki acıyla, çaresizlikle; o bazen hissettiğimiz güzel ya da üzücü her şeyin içinde yer alan o koca anlamsızlıkla beraber tınılar vasıtasıyla insana hissettiriyor. O bağlama sadece o hikâyenin içinde yer alan, kendisini var eden hisleri anlatmak için var hatta. İntihar etmiş bir gencin mezarının başucundaki ağaçtan yaptığın bağlama misal, sanki o ağaç az önce bahsettiğim anlamsızlığın içinde yer alan tek anlamı hissettiriyor bana sen çalarken. Genç adamın hayatın kendisine karşı takındığı tavra verdiği asil, onurlu ve yırtıcı tepkiyi duyuyorum ben notaların yarattığı ezgilerde. Yani ortaya çıkardığın enstrüman diğer enstrümanlar gibi tellerine vuran elin o an duymak istediği şeyi meydana getirmek gibi bir ödev için meydana gelmiyor. Bu alelade varoluş; özsüz, kimliksiz yapı senin enstrümanlara çok uzak. Onlar kendilerini var eden hikâyeler ve hikâyelerin kendilerine öğrettikleri adına varlar ve sadece o duyguları kendisine dile getirmeyi öğreten yani onu onun kadar iyi bilen kişinin, senin ellerinde bunu başarabiliyorlar.”

“Sağ ol Kamil Efendi, ama bu kitapları ve enstrümanları farklı kılan o şeyi okuma becerisi, sadece bize mahsus, bahşedilmiş, yazgısal bir şey değil bana göre. O yaldızlı tabelaların ışıldadığı, klakson seslerinin motor gürültülerine harman olduğu ve tüm bunların içine kapılıp benliğini, şuurunu yitirmiş öylesi insanların yaşam uğultusunun bu seslere ev sahipliği yaptığı sokaklardan, bizim havası ağır bir sessizlik içeren, soluk çehreli, yaşlı sokağa gelip dükkanımıza uğrayan insanları referans almamızdan kaynaklanıyor bu yanılgı. Evet, hayat senin satırlarını ya da benim ezgilerimi okuma yeri değil, insanların alelade oyalantılarla eğleşip günlerini doldurduklarına şükrettikleri, bu oyalantılar arasına gerçek hislerin anlamları bayağılaşmış suni muadillerini serpiştirip, hem gerçek hislerin özverisinden uzak ve güvende, hem de gereksizliğin farkındalığından uzak bir önemlilikte iki tarafın da ortasında yaşadıkları bir yer. Fakat sayıları az da olsa bizler gibi nadir insanlar, yani altını çizdiğim hayatla bizim hayatlarımız arasında seçimini bizden yana kullanmış insanlar da var. Sen de biliyorsun ki bu sokakta her ilerleyen gölge, kendisine uzak bir dünyaya rastgelen yolunu kaybetmiş şanslı bir yabancıya ait değil. Bu sokağı diğer sokaklardan farklı kılan, diğer tüm insanları huzursuz, tedirgin edip buradan kaçıran, bizi bu sokağa esir eden enstrümanları, hikâyeleri farklı kılan o şeyi, okuma ve hatta yaşamın içinde yer alan tüm nesne ve kavramlarının arasında görüp ayırt edebilme yeteneği kazanmış ve bu yeteneği sayesinde burayı bulmuş, bu içgüdünün tarif ettiği yol ile buraya gelmiş kişiler de var.”

Genç adamın başta hoşuna gitmişti cümleler; aşıkların hikayeleri, intiharlar. Söz konusu farklılık durumu da kendisi için hep söz konusu olmuştu; anlaşılamama, herkesten farklı bir iç dünyaya sahip olma gibi şeyler kimse bilmese de talihsiz bir şekilde muzdarip olduğu meselelerdi. Fakat konuşmada bir şeyler havada kalıyor, anlatılanlar kendisi için laf salatasından öteye geçemiyordu kendisi için. Yağmurdan korunmak için taktığı kapüşonu ve hızlandırdığı adımları sonucu kendini burada bulmuştu, yağmur yatışana kadar sokakta sığınabileceği bu iki dükkândan başka bir yer yoktu ve uzun süren bekleyişi sonucu şimdi yağmur epey azalmıştı. Yine yağmura yakalanmak ve dolayısıyla hiçbir şey anlamadığı boş sohbetlere oyalantı olsun diye zoraki kulak kabartmak istemediğinden hızlı adımlarla dükkândan dışarı adımını attı. Birkaç dakika sonraydı ki sokağın başında vardı; memnuniyetsiz bir ifadeyle dönüp ardında kalmış dükkanlara son kez baktı. Yüzünde o an gerçekten bir fikir edinmişe benzer bir ifade vardı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder