4 Eylül 2019 Çarşamba

Neşter

Sonbaharın iyiden iyiye hissedilmeye başladığı şu günlerde soğuk bir gece daha atlatılmıştı. İsteksiz, bitkin doğan güneş; önceki gün kaldığı yerden devam edip yine etrafa saçılacak gece şerrini usul usul topluyor, ağır bir ceset misali, hastane bahçesinin ortasından kaldırmaya çalışıyordu.
Sabahın olmasıyla çalışanlarının gelip kepenklerini kaldırarak hayata döndürdüğü bahçedeki kafeterya, geceyi kapalı kafeteryanın bahçesinde geçirerek sabahlamış hasta yakınları tarafından pek hoş karşılanmamış gibiydi. Yeni kaynayan çay kazanını, tezgâhı dolduran görevliyi izleyen gözlerde, vefasız bir dosta, iyi gün yoldaşına atılan sitemkâr bakışın kıvılcımları seziliyordu. Birkaç köpek de geziniyordu bahçede; ellerinde sıcak, taze poğaçalar, simitler olan insanların peşlerine düşüyor; mağrur, dilenen gözlerle insanların yüzlerinde vicdana dair bir şeyler bulup birkaç parça lokma için merhametlerinin elvermesi adına zavallı bir edayla öyle bakıp duruyorlardı.

10 Eylül 2016 Cumartesi

Buluşma








Otobüsün verdiği kısa molayı fırsat bilip biraz hava almak için dışarı çıkmaya niyet etti. Oturduğu pencere kenarı koltuğunda saatlerdir gayri ihtiyari kurduğu çocuksu düşlerin etkisi, adım atmaya yeltenişi ile kendini o an belli etti ama o, adımlarının yalpalayışını içindeki heyecana bağladı.

Dışarı çıktığında senelerdir gelip geçtiği otogar, gözüne bu sefer epey farklı görünmüştü. Etrafta koşuşturan, bavulları, kolileri otobüslere tıkıştıran muavinler ve il isimlerini bağırıp duran bilet satıcıları, sokuldukları serin gölge kuytuluklarda otobüslerini bekleyen ya da ellerinde kendilerine pek yardımcı olamayan eciş bücüş yazılarla dolu biletlerle peronlar arasında otobüslerini arayan yolcular ve tüm bu manzaraya ev sahipliği eden, üstlerindeki tabelalarda koca puntolarla firma ve şehir isimleri yazılı onlarca bilet yazıhaneleri ve birkaç kıytırık büfeden oluşan otogar tesisi gözüne ilk defa bu kadar samimi gelmişti. Şaşırmıştı doğrusu; her şey hiç alışık olmadığı üzere kendisine çekiyordu sanki onu, sarıp sarmalıyor, kulağına güzel ezgiler fısıldayarak elini uzatıyor sonsuz bir dansa davet ediyordu adeta. Acemisi olduğu bu yaşama sevincinden doğma hoşnutluk, hayatın kendisine karşı takınıverdiği bu benimseyiş, gerek aniliği ile, gerek pürlüğü, yoğunluğu ile hali hazırda coşkun duygular içinde yüzen kendisine ağır gelmiş gibiydi.

11 Haziran 2016 Cumartesi

Baston











Günlerdir hışımla yağan kar, öfkesini almış, durulmuş; dinlendiği birkaç saatin ardından rüzgarsız havada dingince yağmaya devam ediyordu. Perdeleri örtülü evlerin bacalarından çıkan ılık, isli bir duman, ortası karlardan temizlenmiş sokağın üstünde geziniyordu. Başıboş bir sokak köpeği sokağın ucunda ürkek adımlarıyla belirdi, yer yer ıslak karlarla kaplanmış tüyleri soğukta titreyerek birkaç evin girişinde birkaç avlu kapısında gezindi, gözlerinde derin bir umutsuzluğun yorgunluğu hakimdi. Belki açlığından, belki de ilerideki çöplüğün burnuna gelen cezbedici kokusundan geceyi geçirmek için sürdürdüğü nafile yer arayışından vazgeçti, sokağın çıkışına doğru arkasında bıraktığı minik pati izleriyle beraber gözden kayboldu.

Yaşam uğultusunun bu aylarda epey kulak kabartarak duyulabildiği sokağın, o aşina olduğu güç bela sürdürülen meşakkatli yaşam mücadelesinden doğma çok sesli sönük tınılarının içinde hayırlı ya da hayırsız olduğu meçhul bir siren sesi davetsiz bir şekilde peyda oluverdi. Birkaç saniye sonraydı ki beyaz örtünün kapladığı renkten yoksun sokak, polis aracının tepe lambasından saçılan, kısır bir kovalamaca misali birbirlerine devinip duran kırmızı ve mavi ışıkla boyandı. Araç ne yapacağını bilmez bir edayla sokak başında birkaç dakika duraksadıktan sonra ilerisinde durduğu bakkalın yanına yanaştı.

1216









Gözlerini, uyuduğu derin uyku sonrası araladığında kendini nerede olduğunu dahi idrak edemeyeceği koyulukta bir karanlığın içinde buldu. Ne zaman uyuya kalmıştı, bu derin uyku ne kadar sürmüştü; hiçbir fikri yoktu. Alabildiğine bir karanlığın içinde, ağır bir sessizlik ile beraberdi sadece.

Zihninin kendine gelmesi için biraz beklemek iyi bir fikir gibi gelmişti; uyku mahmurluğunu üzerinden atacağını, gözlerini kapatıp bir süre bekleyip yeniden açtığında her şeyin yoluna girmiş olacağını umut etti. Fakat geçen sürenin ardından ne yeni bir şey hatırlayabildi, ne de gözlerini açtığında karanlıktan başka bir şey görebildi. Bir şey hatırlamamıştı bu zihin imtihanıyla belki fakat hatırlayamadığı tek şeyin uykusunun süresi ve zamanı olmadığını fark etmişti, bu da bir şeydi. Öyle gözüküyordu ki kim olduğunu, başına neyin geldiğini de bilmiyordu; kendisi hakkında endişeye kapılmaya başlamıştı. Bir ara tedirginliğinden kalkmak istediğinde fark etmişti ki hareket kabiliyetinde de bilemediği bir sıkıntı vardı. Bu problemi anlayabilmek için içinde peyda olan paniği güç de olsa yenip sakinleşti ve korkusu el verdiğince ufak kıpırdanma teşebbüsleriyle kendini denemeye koyuldu.

Mızrap ile Ayraç










Günler önceydi ki ince bir sis dalgası, usul bir şekilde, pek kimse fark etmeden sonbahar çehresine bürünmüş sokağın üstüne çöküvermişti. İnsana unuttuğu acılarını ya da zihninin ücra köşelerine sinmiş sinsi korkularını fısıldayan kirli, puslu bu havanın esareti altındaki ıssız sokak, birkaç dakika önce başlayan yağmurla yıkanmaya başlamıştı. Ne yağmurlar görmüştü bu ıssız kaldırımlar; yitik çehreli, yaşam uğultusuna hasret vakur yollar. Yıllar önce yine yağmurlu bir gün, tıpkı zamansız ölümler gibi bir anda yalnızlığına terkedilmiş, şehirlere; ışıltılı, yaldızlı, gürültülü sokaklara birbiri peşi sıra göçen sakinleri ardından kendi kaderiyle baş başa bırakılmıştı. İşte o gündü ki kaldırımlarda oyunlar oynayan sevimli çocuklar, balkonlara toplaşıp sohbet eden hamarat kadınlar, işe gidip gelen beyefendiler yanlarında ağaçlarda öten kuşları, çöplüklerde birbirine rastlayıp ansızın çığıran kedi ve köpekleri, yaz akşamlarında edilen koyu sohbetlere karanlıktan beliren ses ve ışıklarıyla eşlik eden türlü böcekleri de alıp götürmüşlerdi yanlarında ve sokağı böyle yağmur damlacıklarının çıkardığı muhteriz tınıların dahi bir uçtan bir uca çınladığı bir yalnızlığa mahkûm etmişlerdi.

O gün yerini yurdunu terk etmemiş, bu sokakta kalmayı seçmiş tek tük yer vardı, yol ağzının ilerisinde duran iki işyeri; saz atölyesi ile sahaf dükkânı bunlardan ikisiydi.

Düğün











Yamalı, çukurlu, tümsekli dar asfalt yol, ilçeden köyün mezarlık kısmına kadar birkaç viraj dışında neredeyse dümdüz geliyor, eski asırlık mezarlığın yakınlarında köy evlerin kerpiç duvarları arasında kıvrılarak uzaklardaki diğer köylere doğru salınıp gidiyordu. İlçe yönünden köye yola çıkıldığı vakit sıcaktan pişen asfalt sebebiyle köyün, yolun ucunda dikilen silik renkli çehresi, sıcaktan erir ya da bulanık bir rüya içinde kaybolur gibi gözüküyordu. Köy kahvesinin söğüt gölgeli avlusunu çevreleyen taş duvarın dibinden başlayıp, eski insanların gaz lambalı sofralarda küçüklere hakkında masallar anlattığı uzak dağlara kadar uzanan tarlaların birçoğunda yılın hasadı kaldırılmıştı; ekinler toplanıp çuvallanmış, saplar balya haline getirilip samanlıklara dizilmişti. Manzarayı bozan tek tük akıbeti belirsiz tarla hariç şimdi tüm bu çıplak arazide yeni sarf edilmiş insan gücünün o emek kokulu dumanı, bitirilmiş bir ödevin huzuru ve ödüllendirilmiş bir özverinin bereketi ile beraber toprağın üstünde taze tütüyordu.

Yaz sonlarına özgü bir neşe vardı ağır çatıların, kiremit damların üstünde süzülen havada. Her yaz gibi bu yaz da tarla işleri bittikten sonra girilen tatlı telaşenin içindeydi köy son birkaç haftadır. İlçedeki tarım kooperatifinin, dönemlik kullanım için köye açılmış küçük ofisi ile bitişiğindeki muhtarlık binasının önünde kalan geniş düzlükte birkaç gündür olduğu gibi gene bir düğünün hazırlıkları vardı.

Merhaba Defter


Merhaba defter;

Ömrümden giden sıradan bir gün gibi geçip gitti bu gün de. Gerçek acılardan, unuttuğum tozlanmış eski dertlerimin tazelendiği o ürkünç anlardan uzak, hayatın ne kadar saçma ve boş; bir o kadar da acımasız ve kötü olduğunu tekrar bilmem kaçıncı kez idrak etmekten uzak, sakin sıradan öylesine bir gün...

Kahvaltıdan sonra her zamanki gibi midem yandı ve ben de her zamanki gibi buna aldırış etmeden birkaç sigara içtim. Belki birkaç dakika insanlardan ne kadar uzakta olduğumu düşündüm bunun ardından, bilemiyorum. Belki karanlık geleceğimi belki simsiyah geçmişimi de düşündüm ardından. Art arda giden birbirine bağlı tren vagonları gibi bu. Beni üzen, aldatan insanların ben bunları düşünürken ne yaptıklarını merak ettim belki...

Yine çaresizce bir çıkış yolu aradım ve yine sessizce düşünüp bulamadım ve bir sigara da buna yaktım, kim bilir. Pencereye çıkıp mavi gökyüzünü turlayan özgür beyaz bulutçuklara göz gezdirirken, bulutların o minik kımıldayışını o ağır ağır gökyüzünde süzülüşlerini farketmenin ilhamıyla beraber hayatta olduğumu fark edip önceki günler gibi yine bir şeyler başarabileceğime inandırdım tekrar kendimi belki. İçimden "Bir silkinsem kendime gelebilir, her şeyi düzeltebilirim. Ben neler atlattım kendi içimde. Bütün bunlar gibi içimde dönüp duran kaç kederli hissi boğdum da ölmedim. Bunları da atlatırım!" diye yineledim mi hatırlayamıyorum ama, eğer içimden bu cümleler geçmişse, kesinlikle yüzümde aptal gereksiz ve acınası bir gülümseme doğmuştur o an, buna eminim.

17 Eylül 2015 Perşembe

Şehir Uğultusu İçinde İki Karmaşık Suret






Takım elbisemin kravatını biraz gevşetiyor; ceketimi çıkarıp koluma alıyorum. Etrafı ufuk çizgisine kadar kaplayan işyerlerinin, ofislerin, dükkânların sanki tüm oksijeni tüketir gibi sokakları caddeleri boğduğu yetmezmiş gibi bir de dış cephe camlarından yansıyan güneş ışınları betonarmenin içinde kalan bu garip tuhaf; nereye gittiğini ne yaptığını neye koşturduğunu bir türlü çözemediğim insanların o gereksiz ruhlarını ikame ettirdikleri bedenlerini boğazlıyor. Ağır adımlarla yürümeye devam ediyor; yılın 365 günü indirim yapan hayırsever mağazalardan, sıcağa aldırmadan pis işkembeleri yağla doldurmaya ant içen alt-orta-üst restoranlardan, ucuz varoluşların ucuz suretlerini güzelleştirmeye çabalayan güzellik salonlarından kısacası oradan buradan her yerden ani ani çıkan, önüme fırlayan insanlara çarpmamaya çalışıyorum.

Buse önümden yürüyor; ilerdeki büfenin birinden su alıyor ve kalabalık sebebiyle yanım tekrar zor zar gelebiliyor; açtığı suyu yudumluyor, teninden ise terler sicim sicim damlıyor.

Aracı uzak bir yere park etmenin cezasını ödüyor; yürüyoruz. Gözüme ilişen çirkin bir elektronik tabeladan havanın derecesini okuyorum ve durup etrafıma tekrar göz gezdiriyorum. Yabancı menşeili fast food yemek şirketlerinin bir şubesi gözüme takılıyor; sonra da dışarının görebildiği camekân kısıma oturmuş ellerindeki hamburgerleri iğrenç, mide bulandırıcı bir iştahla gömen 4-5 tane genç. Sonra aynı mekânın girişinde pet şişe su satan küçük bir çocuk gözüme ilişiyor. Yanımdan geçen 2 genç ise yine yabancı menşeili bir kahve şirketinin ismini anıyorlar. Ellerindeki son model telefonların ekranlarına çok matah bir şey yapar gibi bir önem ve titizlikle basıyor yürümeye ve gülüşmeye devam ediyorlar. İçimde çok eski bir nefret ve tiksinti hissediyorum o an. Yeni fark ettiğim hiç bir şey olmayışının ya da yıllar geçse de hiçbir şeyin değişmeyişinin bir usanmış ruh hali çöküyor içime.

Buse’nin seslenmesiyle kendime geliyorum tekrar. Arkasındaki reklam tabelası çok meşhur bir yabancı giyim firmasının ürettiği yepyeni ayakkabı modelini tanıtmaya çalışıyor bana. Buse ise “Bu yapmaya çalıştığımız işten emin misin, Mesut.” diyor.

Susuyorum ve yaklaşmakta olduğumuz otoparka dönüyor, yürümeye devam ediyorum. Biraz sonra otoparktan giriyoruz beraber sıra sıra dizili araçları geçiyoruz yavaş adımlarla. Aracın kapılarının önünde karşı karşıya durduğumuz an “Eminim!” diyorum. “Tekrar eminim.”

Arabaya biniyoruz, kapılar kapanınca dışarının ruhumu saatlerdir boğan gürültü yalıtılıyor ve aracın içinde hayat öpücüğü tadında bir sessizlik oluyor. Tüm o hat otobüslerinin, taksilerin; korna, motor ve egzoz sesleri, insanların sahte gülüşleri, kemçirişleri; o sokakları dolduran boş insanların boş beyinlerine bağlı boş boğazlarından çıkan tüm homurtuların oluşturduğu alanlar dolusu tiksinç uğultudan kurtuluyoruz.

Kontağı çalıştırıp gaza basıyorum önce park yerinden sonra otoparktan epey sonra da bu daha önce hiç gelmediğim semtten ayrılıyoruz. Buse’ye dönüyorum yüzünde tedirgin bir ifade var ve bu sabahtan beri maruz kaldığım ifade epeydir sinirimi bozuyor bu yüzden gözlerimle yolu kontrol ettikten sonra tekrar dönüyor ve “Eminim.” diyorum. “Hem de hiç emin olmadığım kadar eminim. Bu yapmamın en mantıklı, en doğru olanı.”

Yolda biraz ilerliyoruz. Cevap vermemesi üzerine tekrar söze giriyorum.

“Sana bir açıklama yapmayacağım. Çünkü bu açıklaması yapılabilecek bir şey değil fakat beni bir gün anlayacaksın.” Bir yandan aracı sürüyor, bir yandan da Buseye gece yaptığım açıklamamın tekrar bir benzerini yapıyorum. “Hissediyorsun beni, biliyorum ama yine de tedirginsin ama emin ol ben bunu yapmak istiyorum. Bu işi yapsam da yapmasam da muhtemelen birkaç gün; en fazla bir hafta içinde yakalanacağım ve polis beni yakaladığında bunu sen de biliyorsun ki hapse atılacağım. Yıllar boyunca da o hapiste kalacağım. Anlıyorsun değil mi? Aslında benim için hayat biteli çok oldu. Bunu sen de biliyorsun” İçimden bir ses “Hiç başlamadı ki.” diyor ama cümleleri içime yutmayı; dışa vurmamayı başarıyorum.

''Ve bu yapacağım şey için benim içim gayet rahat… Biliyorum, ürküyorsun hatta şuan benden korkuyor bile olabilirsin ama ben gayet rahatım ve kendimi gayet masum hissediyorum. Tanrının gazap dolu adaletini dağıtan bir melek kadar masumum.”

Semtin karmakarışık trafiğinden çıkıp bölünmüş yola girince iki saniyede bir yola bakmak ve konuşmamı bölmekten kurtuluyorum. Daha rahatım şuan.
“O minicik çocukların umursamaz aileleri için mi üzülecek kaygılanacağım? O zavallı çocukların şimdiden sikilmiş hayatları ne olacak peki? Ben bundan nefret ediyorum tamam mı? Nefretimi de göstermek istiyorum. O çocuklar güçsüz ama ben güçlüyüm. Kader ortaklarımın intikamını almak istiyorum, anlıyor musun?”

Buse ağlamaya başlıyor ve bir sigara yakıyor.
“Geçmişimizden kurtulduk sanmıştım.” diyor. “Bu şehre kaçıp geldiğimizi, her şeyi arkamızdan bıraktığımızı sanmıştım.”

“Buse unuttun galiba; biz oradan kaçtık fakat polis beni yakalamasın diye kaçtık.” diyorum. “Burası ayrı bir ülke ya da eyalet değil. Burada da aranıyorum. Geçmişimizi arkamızda bırakmaktan bahsediyorsan onu ilk tanıştığımızda zaten ardımıza atmıştık. Fakat ben bu olayın bir cinayet olduğunu bilmiyordum biliyorsun bunu. Tanıştığımızda amcanın cinayete değil trajikomik bir vefata kurban gittiğini sanıyordum; bunları sen söyledin bana mezarlıkta. Geçmişi unutmuştuk, unuttum da. Eski zavallılar değiliz, o güçsüz suskun ağlak insanlar değiliz artık, fakat şuan yaptığımızın geçmişle alakası yok. Bu cinayet üstüme kalmasaydı bunu sen de biliyorsun, ikimiz hayatımızı yaşayacaktık. Evlenecektik. Çocuklarımız olacaktı. Seninle beraber ölecektik, anlıyorsun değil mi?” Ağzımdan bir şeyler kaçırıyorum son cümlelerimle, ama o fark etmiyor.

“Evlenecek miydik?” diyor. Yaşlı gözleriyle acı acı gülümsemeye çalışıyor. Sonra söylediği sözlerin de en az gözlerindeki anlam kadar acı olduğunu fark ediyor, irkiliyor. İçi rahatlasın diye çocuk taklidi yapmaya devam ediyorum onun gibi. “Evlenecektik tabi, ya ne yapacaktık.” diyorum. “Sen benimle evlenmez miydin yoksa?” “Bilmem ki.” diyor ve gülümsüyor yine.

Birkaç dakika böyle sohbet ettikten sonra diğer semtteki çocuk yuvasının önüne geliyoruz. Aracı bu sefer birkaç saat önceki hatamdan aldığım ders dolayısıyla yuvanın girişine yakın bir yere park ediyorum. Aracın içerdeki dikiz aynasının yardımıyla çıkardığım kravatımı takıyor; sahte dershane hocası kimliğimi boynuma asıyor, ceketimi giyiyorum. Aynadan yaralı burnumun pansumanının kanlanıp kanlanmadığını kontrol ederken, bu yuvanın müdürüne burnum hakkında söyleyeceğim yeni yalanı düşünmeye koyuluyorum.

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Ruhtan Zihne Sızıntılar



Hayatındaki her şeyin olmaması gerektiği gibi oluşunun haklı garipliği ile yüzleşti adam aniden. Sokak lambalarının koyu sarı aydınlattığı karanlık sokakta yüzünü göremediği tek tük insanların yanından geçerek, bozuk kaldırımda attığı dengesiz adımlarla yürüyor; ardında bıraktığı evinin dış cephesinin kalıbının zihninde farkında olmadan canlanan görüntüsü eşliğinde elindeki sigarasını içerek ilerlemeye devam ediyordu. Güvensiz adımları, bıkkın ve yorgun bakışları, taranmamış yağlı saçları ve tedirgin bedeniyle beraber mahallesindeki son evleri de geçti ve birkaç dakika sonra kendini bir anda kalabalığın içinde buldu.

Bir an insanlar üzerine üzerine geliyor sandı. Yaralı olduğunu belli etmemeye çalışan bir askerin hissettiklerini hissettiğini sandı sonra da bu saçmalıktan kendini sorumlu tuttu yine kendisine kızdı. Önce bir bukelemun olmayı istedi sonra hemen vazgeçti ve görünmez olmayı seçti. Bütün bu zihninde dönen kurmacaların ardından saçları kendisine göre tuhaf kesimli küpeli ve çene sakallı bir gençin kendisine doğrultuğu nefret acıma ve aşağılama dolu bakışla yüzleşti ve bütün bu kurmacalardan birden ayıldı o an.

Nereye gittiğini bilmediğini farkedince de durdu. Açtı ve bir an duraksayıp düşündüğünde ilk bunu farketti ama önemsemedi. Kapşonlu ceketinden bir sigara daha çıkardı yaktı.

***

Sahilde gözüne kestirdiği banka otururken içinde evden çıkarken hissettiği garipliği hissedeceğini aynı duygu yoğunluğuna erişip kendi içine göz atacağını ummuştu fakat hayatındaki hiçbir şeyin tahminleri doğrultusunda gelişmediğini bu sefer gözardı etmemişti; bu seferki ufak ve önem atfedilmemiş bir umuttu. Bu yüzden pek de durumundan rahatsız olmadı; sahili incelemeye devam etti. Etrafındaki insanları yok farz etmeye, bir an olsun zihninden çıkarıp saniyelik olsun onların önemini unutmaya çalıştı fakat bunu da başaramadı.

Denize bakarken biraz önceki yürüyüşünün bakışları ve yüz ifadesi birleşimiyle beraber dışarıdan ne kadar tuhaf gözüktüğünü tahmin etti ve bundan küçük bir rahatsızlık duydu.








10 Mayıs 2015 Pazar

Küçük Bir Anektod

Buradaki gönderi ve paylaşımları epeydir güncelleyemediğimin sebebini uygun bir lisan ile anlatabilmek için bu kısa yazıyı yazmayı uygun gördüm.

Uzun bir süre önce; üzernde yıllardır çalışmakta olduğum şu roman işine tekrar başlangıç yaptım ve bütün eseri ilk harfinden son noktasına kadar düzenlemeye karar verdim. Bu epey zahmetli işe epeyce bir uzun süre (1 yıl) ayırmam gerekti fakat şu sıralar son sayfaları kalan eseri sonunda istediğim, arzuladığım tata, yoğunluğa ve güce ulaştırdığım, çıkardığım düşüncesindeyim. Konu hakkında gerekli bilgilendirme ve güncellemeleri buradan da paylaşacağım elbette.

Bunun akabininde tıpkı eser gibi kendi üzerimde de ruhsal ve mental bakımdan bir düzenleme bir tamirat işiyle epeydir meşguldüm. Aslında epey de zorlu ve koşuşturmacalı bir süreçti bu yaşadıklarım. Okuldaki derslerime yoğunlaştığım; hayatıma yeni perspektifler katmaya çalıştığım, yeni şeyler öğrenip yeni şeyler denediğim bir zaman dilimiydi bu son yılım.

Kendi içimde dönüp duran bu tarifine uzun zamanlardır çabaladığım; içimde delicesine hissettiğim halde bir türlü uygun bir şekilde betimleyemediğim hisler duygular düşüncelerle de uğraştım bu süreçte. Bütün bu içimde dönüp duran görüntüleri uygun bir şekilde resmedebilmenin okumaktan geçtiğini anladım ve bu süreçte epey bir kitap okudum. İçimde dönüp duran cümleleri işitip kendi kendime doğrulttuğum ucubemsi bakışlar bu cümlelerin benzerlerini, başka insanların, başka zamanlarda, başka kalemlerle de yazdığını görmem ve idrak etmem sonucu epey dağıldı. Kendi benliğimin varoluşunun tabiatından gelen o anlamlı yalnızlığıyla epey barıştım bu süreç sayesinde.

Kitap işlerim bittiği zaman burayı ara sıra kullanacağımı düşünüyorum. Şu son birkaç günün ardından bitecek işim akabininde yazmayı bırakıp sadece okumaya odaklanacağım ve epey bir süre uzun bir metin işine girişmeyeceğim.

Bu yazın benim için bütün yazlardan hem daha dolu hem daha güzel geçeceğini düşünüyor, tahmin ediyorum. Buralarda vakit öldürmek ve dirsek çürütmek yerine elimden geldiğince bu adını koyduğum ve kendini betimlediğim benliğimi; bu tuhaf yabancıyı elimden geldiğince ve imkan yaratabildikçe eğleştirmeye hem de onun vasıtasıyla kendim de eğlenmeye öğrenmeye ve var olan anlamların yanına yeni; eskisiden daha lezzetli ve daha çeşitli anlamlar, tatlar, duygu ve düşünceler getirmeyi planlıyor buna da kendimi hazır hissediyorum.



Okuduğunuz; takip ettiğiniz için teşekkürler..

12 Şubat 2015 Perşembe

Keşke



Keşke diyorum bazen..
Bedenimin koşuşturmacasından ruhumu sıyırabildiğim bir gecede,
Ya da bir çakmak ateşiyle dumana karışmış anlamsız bir akşamüstü karartısında..
Uykulu gözlerle buğulu hayal meyal görebildiğim kendimi, dakikalarca izlediğim bir sabah,
Ya da bir öğlen yağmurunda gözümü kapkara bulutlara dikip içimde şimşeklerin çakışını izlerken..

Keşke diyorum işte o zamanlarda..

Yolun bitmediği vakitin geçmediği uzun yolculuklarda..
Yürüdüğüm yolu uzattığım sokak sokak öylesine yürüdüğüm,
Yanımdan geçenlere donuk duygusuz ölü bakışlar attığım anlarda..
Ve bazı geceler ne uyumak ne de uyanmak için bir sebebim olmadığında..

Keşke diyorum..

Keşke..

Keşke aklının koridorlarında her dakika koşar adım yürüyen
büyük ayak sesleriyle ilerleyip duran o erkeklerden olabilseydim..
Keşke gülüşüm masum bir meleğin yüzünden düşmeseydi
Bütün günahlardan bir çelenk misali, sinsi bir şeytanın dudaklarına benzeseydi..


Keşke ruhum bu kadar susmasaydı.. Ellerini tutmak isterken utanmasaydı..
Cüretkar olabilseydim keşke ve deli cesaretimi daha önceden dinleseydim..
İçimdeki sesi dinlemek yerine kulağıma fısıldanan sesi dinleseydim..

Keşke gündelik zevklerle tatmin olabilmeyi kendime öğretebilseydim.
Kendi kendimi bir odaya kapatıp üstüme kilit vuracak kadar yalnız bırakılmasaydım.
Geceler düşünmemi çağrıştırmasaydı ve
Minik bir masum fısıltıyı duyabilmek için hayatımdaki tüm boş sesleri susturmasaydım.


Yapayalnız ve bomboş kaldım işte.
Hasta yatağımdan çok eski zamanları düşlüyorum sağ gezdiğim günleri .
Kaçırdığım son otobüsün ardından gecenin karanlığında kalakalmış bir yolcu misali
Gidecek hiçbir yeri olmayan bir meczubum.
Yolcu yolunda gerek fakat zaman geçiyor, ben ise bekliyorum ..
Gelmeyecek bir otobüsü bekliyorum..

Ve hiçbirşeyi ciddiye almayışım bundan belki..
Satranç tahtasında en sağlam taşını kaybeden bir oyuncu
Raporlarına bakılıp ömrüne süre biçilen iflahsız bir hastayım..
Hiçbirşeyin önemi yok yıllardır bundan..
Ne uyumanın ne uyanmanın,

Kaybettim..
Hiçbirşey kazanamadan, herşeyimi kaybettim..
Sadece hayallerim umutlarım beklentilerim kaldı..
Boş, anlamsız ve bana dahi saçma gelen hayallerim..

Keşke ya keşke..
Keşke demek için çok geç artık..
Dilimin ucunda öylesine söylediğim
İçtenliğimle ve samimiyetimle arzu etmediğim şeylerin önüne taktığım kuru söylenişi çok çabuk manasız bir cümle:
Keşke..

10 Şubat 2015 Salı

Merhaba Defter..

                                                                                                                                                        (07.02.2015)



Ömrümden giden sıradan bir gün gibi geçip gitti bu gün de. Gerçek acılardan , unuttuğum tozlanmış eski dertlerimin tazelendiği o ürkünç anlardan uzak, hayatın ne kadar saçma ve boş; bir o kadar da acımasız ve kötü olduğunu tekrar bilmem kaçıncı kez idrak etmekten uzak, sakin sıradan öylesine bir gün..

Kahvaltıdan sonra her zamanki gibi midem yandı ve ben de her zamanki gibi buna aldırış etmeden birkaç sigara içtim. Belki birkaç dakika insanlardan ne kadar uzakta olduğumu düşündüm bunun ardından, bilemiyorum. Belki karanlık geleceğimi belki simsiyah geçmişimi de düşündüm ardından. Ardarda giden birbirine bağlı tren vagonları gibi bu. Beni üzen aldatan insanların ben bunları düşünürken ne yaptıklarını merak ettim belki..

Yine çaresizce bir çıkış yolu aradım ve yine sessizce düşünüp bulamadım ve bir sigara da buna yaktım, kim bilir. Pencereye çıkıp mavi gökyüzünü turlayan özgür beyaz bulutçuklara göz gezdirirken hayatta olduğumu farkedip önceki günler gibi yine birşeyler başarabileceğime inandırdım tekrar kendimi belki. İçimden "Bir silkinsem kendime gelebilir, herşeyi düzeltebilirim. Ben neler atlattım kendi içimde. Bütün bunlar gibi içimde dönüp duran kaç kederli hissi boğdum da ölmedim. Bunları da atlatırım." diye yineledim mi hatırlayamıyorum ama eğer içimden bu cümleler geçmişse kesinlikle yüzümde aptal gereksiz ve acınası bir gülümseme doğmuştur o an, buna eminim.

Sonra... Sonra ne mi yaptım. Bütün bunlardan birkaç saat sonra bunlar hiç zihnimden geçmemiş gibi davrandım. Bunları hayatının hiçbir döneminde zihninden geçirmemiş ve geçirme potansiyeli bulunmayan sıradan basit mutlu düz insanlar gibi davrandım kendime.Televizyon açtım izledim. Aklımı geçmişimde ya da geleceğimde; hayallerde ya da anılarda gezindirmek yerine bir bulmacanın boş kutucuklarında gezindirdim bir süre. Müzik dinledim ve ritim tuttum kaygısızca. Mutsuzluğumu unutup. Acılarımı sanki her gün tekrardan hatırlatmıyormuş gibi kendime. 




22 Haziran 2014 Pazar

Anlam Gerekmeyen Herşeye Özlem

Her defasında olduğu gibi yine birkaç boş beleş cümle bulmak zorundayım sana kendimi anlatabilmek için..
Klasik bi açılış cümlesi, bir bahane, birkaç kelimeye sığdırılmaya çalışılmış hisler
Boşa çabalıyorum biliyorum ama
Anlaşılmak yerine hissedilmek isteyen bir adam için, kendini anlatmaya çalışmanın zor olması hoş görülmeli..

Ben özlüyorum,

neyi özlediğimi bile bilmeden özlüyorum..

Bir zamanlar kendimi paraladığım şeyleri hala hatırlıyorum.. şimdi yüzümde gülümseme ile kafamı utangaçça kaşıtan bu hatıralarda gezinirken içimden bilmediğim birşeyin hala kopup gidebildiğini hissediyorum ve şaşırıyorum..

Neden böyle oluyor bilmiyorum.. Ne söyleesem anlatmaya çalıştığım şeylerden başka şeyler söyleyeceğim diye korkuyorum artık. Kendi içimde yaşadığım bir sevginin bitemeyişle sızlanıyorum..

Bunları keşke laf olsun diye söylüyor olsam.. Kimsenin haberi olmadan ben sana yakınlaşıyorum uzaklaşıyorum hala.. Hala seni arada çok seviyorum.. Bazen hala hala ve hala sana aşık oluyorum ve hayaller kuruyorum.. Sonra senden ayrılıyorum.. Sana kızıyorum.. Ağlıyorum.. Üzülüyorum.. Sonra kızıp unutmaya çalışıyorum.. Unutuyorum.. ve tekrar hatırlıyorum.. Sana küsüyorum sonra barışıyorum..

Geceleri gündüzleri.. Yaz aylarında..

Hala seni rüyalarımda görüyorum.. Ben sadece şuan içimi döküyorum.. Sana diyebileceğim hiçbir kelimem yok sen de biliyorsun.. Ben burada sen olmadan sana sitem ediyorum.. Amacım da bu ya..

Ama seni gerçekten çok özlüyorum.. Eskiden hissettiğim o huzuru gerçekten çok özlüyorum.. Seni sevmeyi çok özlüyorum.. Hayallerimi özlüyorum.. İçimde filizlenen o deli umudu özlüyorum.. O içimden gülümseyişimi.. Sana söylemek için sevgi cümleleri kurmayı.. Seni umut etmeyi özlüyorum..

İyi olmamı isteyen senin varlığını bilmeyi özlüyorum.. Seni düşünmeyi özlüyorum.. Birşeylere çabalamayı özlüyorum.. Birşeyler için yanıp tutuşmayı..

İçimde hala bitmeyişinin sebebi de bu ya.. Sebepsiz erken ve acı gidişinden bahsediyorum..

Ben ne olursa olsun seni bir köşede senden gizleyerek sevmeye hep devam edeceğim gibi gözüküyor.. Bu böyle çok zor.. Keşke böyle olmasa.. Seni içimden seveceğim hep.. Sen bilmeden.. Sen olmadan..

Ne mutlu ki yıllar önce sana kendimi şartlamaktan vazgeçtim.. Öyle olsaydı bu satırları yazamaz acıdan dertten üzüntüden bahseder dururdum.. Kendime zarar verirdim.. Çökerdim.. Biterdim..Sana saçma sapan öfke saçardım yıllar önceki gibi..

Ben seni sebepsiz seviyorum.. Senin sevmen için değil.. Karşılıksız.. Seni sadece seviyorum işte.. Bir planım bir düşüncem yapabileceğim birşey yok.. Yürüyebileceğim tüm yollarım çok önceden bitti.. Sana birşeyler söylemek için tüm nefesimi çok önceden tükettim..

Ben artık seni sadece seviyorum.. İkimiz için de en iyisi bu.. Ne sen üzülüyorsun ne de ben..

Bu hayatı sensiz yaşayacağımı adım gibi biliyorum ne yazık ki.. Ama bundan yıllar sonra da seni hatırlayacağımı ve yine bunları hissedeceğimi de biliyorum.. Bu şekilde yaşayacağımı bilsem de senden kopamıyorum işte.. İçimde kuytu köşe bir yerde kalıyor herşey..


Her ne olursa olsun..
Sadece seni ne olursa olsun seven umursayan ve bunu sana göstermeyecek olan birinin var olduğunu bil..
Seni seviyorum..













4 Nisan 2014 Cuma

Taş Duvara Çakılı Hatıralar




Bir gün bitanem bir gün..
İnanıyorum o bir gün elbet gelecek
İşte o bir gün;
İçinde, daha önce hiç hissetmediğin bir duyguyla karşılaşacaksın..
Sonra sessizliğin içindeki, o en saf  en güzel melodiyi fark edeceksin..

Boğazına yapışan sessizlik, o gün fısıldadığı o melodi ile içindeki sebepsiz neşe kaynağın olacak
ve avuçlarının içinde esen o deli rüzgar
uslu bir yel olup boynunda esecek..

Aynada kendine baktığında gördüğün kişi o kişi olmayacak ve
Gözlerindeki parıltı o gün
bütün öğrendiğin şeylerden
bütün okuduğun şiirlerden gördüğün tablolardan
güzelliği tasvir eden bildiğin herşeyden daha
güzel gelececk o gün..

Saçlarının arasında gezen ellere bakacaksın
ve dudaklarındaki o yabancı ıslaklık..
ve işte o gün
her çiçekten bir renk içine çalındı sanacaksın..

O ellerinin içinde esen o deli rüzgar benim birtanem..
bunu o günde fark edemeyeceksin.. sonra da..
ve uslu bir yel olup boynunda saçlarında eseceğim o gün..
sen hiçbirşeyi bilmezken
ben herşeyi sana anlatacağım o gün..

bir gün bitanem bir gün..
elinde kalem
önünde boş bir kağıt
öylece kalakalacaksın o bir gün..

aynada baktığın yüz utanç kaynağın olacak
duygusal bir parçada oturup ağlayacaksın o gün
sonra içeceksin birkaç kadeh
ve anı silsilelerine çarpa çarpa sarhoş olacaksın futursuzca
ve içinde tek bir his dilinde tek bir cümle..

keşke diyeceksin ve geçmişi geri getirmek isteyeceksin tüm kalbinle..
bir ip  atsam geçmişe ve tüm canhavlimle sarılsam tüm gücümle  çeksem kendime o günleri geri diyeceksin..
olmayacak.. sabah yine o herşey geçmişinde bırakmış halde uyanacaksın..
sonra yine sonra yine ve sonra yine uyanacaksın..

herşey geride kalacak.. elinde bir çaresizlik
yüzünde aptal bir gülümseme
ve ruhunda zavallı mutluluk hissiyle
kendini kendinden saklayarak sahte sahte yaşamaya devam edeceksin..

ve işte o gün..
işte o gün biteceksin bitanem..
o gün ruhen
sonra da bir gün bedenen öleceksin..

ve sadece bir hatırada canlı kalacaksın..
bir fotoğrafta yaşayacaksın sonsuza dek
ve bir kalpte..

onu kendin bile sanamayacaksın bitanem..
o resimdekinin kendin olmadığını;
sana ne kadar benzese de.. senin resmin olsada
o resimdeki saf temiz ve güzel kızla bir alakan olmadığını anlayacaksın..
onun sevgiyi haketmiş haline bakacak imreneceksin ve sonra da
kıskanıp amma da hikayeymiş be.. diyeceksin..
işte o gün bitanem..
o gün ne kadar basit birisi olduğunu kendin de anlayacaksın
ve kendinde kendinden tiksinmen gerektiği gerçeğiyle yüzleşeceksin..
sadece bir dakika..
sonra hepsini unutacaksın..
tıpkı herşeyi unuttuğun gibi bunu da unutacak
ve bu gerçekleri de umursamayacaksın..

yüzünde aptal bir gülümseme
içindeki zavallılık hissini bastıracak ve
ben diyeceksin
mutluyum.. ve hayat devam ediyor..


03:04:2014

12 Mart 2014 Çarşamba

Şah!




Piyon düz gider çapraz yer
Kaleler istediği kadar düz gider
Filler istediği kadar çapraz gider
Vezir düz çapraz istediği kadar gider
Atlar L çizen her yere gider..
Şah düz çapraz tek kare gider..

Hayatın da böyle basit kuralları var mı acaba diye kaç zamandır düşünüyorum ama aklıma mantıklı bir kuram gelmiyor. Önümdeki kareli tahtanın üzerindeki taşlara bakarken bu tekrar aklıma geliyor. Belki hayat da doğru hamleleri doğru yerde yapma mantığı üzerine kurulu bir oyundur..

Belki de şöyledir.. Hayat karşımızdaki rakiptir. O hamlelerini oynar.. Kozlarını döker.. Bizi yenmeye çalışır. Biz de hamlelerimizle ona karşılık verir, onun saldırılarını altetmeye ve başarılarımızla onun üstesinden gelmeye çalışırız.. Hayata ne kadar zarar versek ya da ona karşı üstün gelsek o kadar zevk alıyoruzdur.. Belki de böyledir..

Evet evet.. Defalarca belki de binlerce kez satranç oynadım. Çocukluğumdan beri.. Ama evet.. Satrancı hayata en çok benzettiğim an, taşlarımdan birini ya da birkaçını feda etmek zorunda kaldığım anlar olsa gerek.. Evet düşününce bu gayet mantıklı..  Hayatı da yaşayabilmek için birşeylerden vazgeçmek zorundasın.. En azından kendi hayatıma bakınca bu kuram bana mantıklı geliyor..

Hayat ile satranç arasındaki en büyük farkı hissettiğim an ise ilk hamleyi yapmadan önceki o an.. Ben hiçbir satranç maçında bir tarafın taşının eksik başladığını ya da bir tarafın taşlarının rakipten fazla olduğunu görmedim.. Satrancın mantığı da budur.. İki taraf da başlangıçta eşit güçtedir..  Farkı belirleyecek olan rakiplerin kendisidir..

Fakat kurduğum kuram açısından bakarsam gerçekler hiç de böyle değil.. Herkes hayata geldiğinde hayatla bir satranç mücadelesine oturuyorsa.. Kimisi bu oyuna çok üstün bir şekilde başlıyor kimisi ise bu oyuna baştan yenik başlıyor..

Satranç adil bir oyun.. Ama hayat öyle değil..


Ben bunları düşünürken karşımda duran ufaklık bir piyonumu daha yiyor... Taşları pek güzel bir konumda olmasa da başlangıç için iyi sayılabilecek bir avantajda.. Sonra bana bakıyor.. ''Hocam sıra sizde'' diyor..

Önümdeki satranç tahtasına bakarken içimden birkez daha herşeye lanet ediyorum.. Lanet edişim birkaç piyonumun yenişi değil.. Keşke oyunla alakalı olsa ama değil.. İşte bu adaletsizliğe lanet ediyorum.. Ve bu adaletsizliğin karşımda duran kurbanı miniğin durumuna..

Yoo.. bu lanet edişim aslında terimlere kavramlara kişilere durumlara has olmamalı.. Ben herşeye eşit derecede lanet ediyorum şuan.. Sadece karşımdaki hayatın kurbanı bana bu lanet edişimin sebebini hatırlatıyor o kadar..

Filin çaprazındaki piyonu bir ileri oynuyorum ve az önce piyonumu alan korumasız piyonunu hedef alıyorum.. O ise hemen bu hamlemin ardından atını oynayıp piyonuna destek çıkıyor..
Piyonlardan diğerini bir ilerleterek o piyonun çaprazına getiriyorum.. O ise az önce oynayan piyonu yiyor.. Ben de onun piyonunu yiyorum piyonumla.. O ise atının çaprazına bir piyon koyuyor ve vezirin önünde duran atını korumaya alıyor..

Duruyorum.. ''Hakan'' diyorum.. ''Efendim hocam'' diyor.. ''En son girdiğin kemoterapin nasıl geçti'' diyorum.. ''2 gün önce ''

''İyiydi hocam'' diyor.. ''Doktor ilaç tedavisinin iyiye gittiğini söyledi'' diyor..

''İlaçlarını aksatmıyorsun değil mi ?'' diyorum..

''Aksatmıyorum hocam diyor.. Gülümsüyor.. Oynasanız artık diyor..